RSS

İlk Maç!


Duru'nun ilk futbol maçı. Hem de öyle bir ilk maç ki, Adana Demirspor maçı! Bu kadar denk gelir yani. Hem de Ankara'da, Cebeci stadında. Tarih 05.12.2010. Rakip Pursaklar A.Ş.

Maç başladığı gibi bitti bu arada: 0 - 0


Kulaklara Küpe...




Anneanne, babaanne ve Selahattin dede üçlüsü bugün Duru'nun kulaklarını deldirdiler. Resmen "kız çocuğu" oldu bizim Duru...

Bahçeler


"Bahçe" kelimesinin bende bir kaç çağrıştırdığı, aklıma getirdiği bir kaç fotoğraf karesi var...

En önce babaannemin, Yeter'in bahçesi. Orada buluşulan, bayramlarda, özel günlerde, kutlama mekanı olan... Babaannemin adıyla müsemma... Şimdi bu isme bir hüzün eşlik ediyor. Aramızdan ayrılalı bir seneyi geçmiş. Yine bahçede toplanılıyor, ama ağızlarda buruk bir tad var. Doyasıya kahkaha atmak imkanı yok sanki, ne kadar da külense de acılar, hatıralar her daim akıllarda.

Bahçe kelimesinin diğer bir çağrıştırdığı da bir yerleşim merkezi olarak "Bahçe" ilçesi. Adana'ya yaklaşıldığını işaret eden bir mola yeri. Çocukluktaki yolculukların moral ve mutluluk kaynağı... O kadar sıkılıdım ki, delirecek gibi olurdum. Patlardım, patlardım... Şimdi dahi sıkıntısını hissedebiliyorum, geçmeyen saatlerin. Gurbette yaşamanın sonucudur bu. Yıllarca Konya'dan, Adıyaman'dan, Kütahya'dan Adana'ya gelişler ve dönüşler... Adıyman güzergahımızın önemli bir kilometre taşıydı Bahçe.

Yine küçüklükten, duyduğum anda beynime sanki kızgın demirlerle dağlanarak kazınan bir bahçe daha var. Ailemizin genç kayıplarından birisi, Temel amcamın içinde yer aldığı bir hatıralar silsilesinde bahçe kelimesinin yarasını hala yüreğimde taşırım mesela. Kısa bir süre tutuklu kaldığı cezaevinde onu ziyaret edişimiz... Gördüğüm en güzel gülümseyen delikanlılardan birisi... Ne konuşuldu, neler söyledi, sesi nasıldı? Hatırladığım; çok gençti... Yine hatırladığım, görüşmek için "bahçeye" çıktığımız... Üstü açık yüksekçe duvarlar, beton bir zemin, bahçe olarak adlandırılan dar bir mekan... Amcam bahçe tabirini ilk duyuğunda ağaçlıklı, yeşillikli bir bahçe zannetmiş, "meğer buymuş" dedi. Gerçekle karşılaşınca nasıl da hayal kırıklığına uğramıştır. Çıktıktan kısa bir süre sonra hastalandı, yine kısa bir süre sonra kaybetik... Bu kadar çok üzülmesinin payı var mıydı hastalığında? Bahçenin böyle bir çağrışımı daha var bende, asla unutamayacağım, her aklıma geldiğinde amcamın yıkımını ben de yaşarım...

Bir diğer bahçe; babamın evin balkonu için taktığı isim. Kahvaltısını yapar, sigarasını içmek için evinin balkonuna çıkar. Elinde mutlaka çayı vardır. Aceleden -bir an önce sigara içmek için- unutursa anneme seslenir. Çayı da geldiğinde, tamamdır: "Yaşıyorum" der içinden, "hayat bu!". Adana'daysak eğer, babam Duru'yu da çağırır yanına: "Hadi kızım, bahçeye çıkalım". Duru da katılır ona, paytak paytak yürüyerek, balkonun eşiğine gelince daha dikkatli ve özenli bir şekilde balkona girerek... Belki de Duru da bir gün "bahçe" kelimesinin kendisine çağrıştırdığı şeyleri düşünecek, belki bir yazı bile yazacak onlar için. Bir kelimenin birkaç salise içinde aklına getirdiklerinin peşine düşecek. Sonra yolları ve yılları tarayacak, yine ışık hızında. Belki benim bu yazıyı yazarken anneme sormam gibi bazı şeyleri, o da annesine soracak. Belki annesinin canı sıkılacak Duru'nun ona hatırlattıklarımdan, böyle zamansız, aniden. Belki annesi anlamayacak onun o an ne yaptığını. Bilemeyecektir ki, belki yirmi belki otuz sene önce babasının yaptığı gibi Duru da bahçe çağrışımlarının peşinde zamanda gezinmektedir. Bilip bilmeden, tarihe bir not düşmektedir. Her şey yaşanıp gitmektedir, ancak akıp giden çılgın bir nehire daldırdığımız avcumuzdaki su kadar kurtarabildiklerimiz. Bu yüzden değerlidir peşlerine düştüğümüz şeyler.

Son bahçe çağrışımı yazının en tepesinde. Bu ev Allah'ın izniyle Duru'nun büyüyeceği ev olacak. Bahçeli bir evde büyümenin hazzını yaşayacak. Terasından gördüğü manzara gibi ufku da geniş olacak.

Bahçelerde oynayarak sevgiyle büyüyen çocuklar büyüdüklerinde kötü insan olmazmış gibime geliyor. Çok mu iyimserim? Zaman gösterecek bunu...

Dedaaa

Odamda ders çalışıyordum,ki sen salonda oynarken bu nasıl mümkün olabilir ki,bilemiyorum?!:)İçeriden bir ses yükseldi,yanlış anladım sandım,sonra bi kez daha..evet doğru duyuyordum,ismimi bir insan söylediğinde hiç bu kadar şaşırmamış,bu kadar mutlu olmamış,bu kadar gözlerim dolmamıştı sanırım..

"Dedaaa,Dedaaaaa" Kuzum beni çağırıyor dedim ozaman,kuzum benle oyun oynamak istiyor!teyzecim ne kadar mutlu olduğumu anlatamam o sırada:))

Sen,hiç abartmıyorum,bir meleksin..Lepiska saçlı,boncuk bakışlı,şirin burunlu,kiraz dudaklı,her daim şiş göbekli,tombiş ayaklı,Allah'ın özenip bezenip yarattığı bir melek..

Varlığını anne ve babandan sonra ilk öğrenen insandım.. sen annenin karnındayken geceleri uyuyamazdım bazen,sana bişey olmasın,sağ salim aramıza gel diye dualar ederdim..sonra sen bi ekim akşamı(1 ekim 2009)"artık bu karanlık yerden yanınıza geliyorum!"diye benim kıyamadığım bacımı sancılar içinde bıraktın..:)

zor bi geceydi,zor bi sabah ve zor bi öğlendi,ki ben bu sırada ablamın elini tutamıyor,hacettepenin endokrinoloji bölümünde hasta bakıyordum..

akşamüzeri anneannen aradı,"geliyor"dedi..Geliyordun,ben kuş olup yanına geldim,sen ordaydın.."sonunda"dedim,Allahım sana çook şükür..

1 yıl olmuş teyzecim..senin doğumunla ben de yeniden doğdum sanki,ailemizdeki herkes gibi..hayatımıza açılan bembeyaz bir sayfa,yepyeni bir pencere,bi umut,hayata bağlanmak için bir sebep,bi melektin sen..1 yıl sonra,hayatımızın,anne ve babanın uykusuz ama dolu dolu,mutlu ve umutlu 365 gününün sonunda sen bugün çimlerin üzerinde Mini ile geziyorsun..İnsan daha ne ister ki hayattan başka?Geçen gece annen aradı,dedi ki "bu kız gecenin 1 inde Dedaaa diye bağırıyor salonun ortasında"..Yüzümde kocaman şaşkın ama zafer dolu bir gülümsemeyle bi yaş düştü yüzüme,benim seni hayatımın merkezine,gönlümün kral dairesine koyduğum gibi,senin de beni sevdiğini farkettim..Sen bize verilen hediyelerin en güzeli,en anlamlısısın meleğim..

Ömrümün geri kalanında gözümün bebeği olacaksın..

Umarım birlikte kocaman mutlu huzurlu bi hayat yaşarız..

1 yaş ne ki!ben 24 yıl yaşadım,hiçbirini senin ilk yılın kadar güzel geçirmedim..

Teyzecim,bebeğim,iyi ki varsın,sen hep mutlu ol..Seni çok ama çok seviyoruz!


SEDA BAŞIBÜYÜK

Duru 1 Yaşında - Resmen (Yazıları Az Aşağıda)


Bir Senenin Sonu, Bir Hayatın Başlangıcı...

Minik kızım Duru'nun birinci doğumgününü kutladık geçen hafta. Duru ile birlikte ekim ayının anlamı arttı. Çünkü Osman dedesinin de doğum günü 11 ekim.

Bu bir sene içerisinde neler olduğunu bu blogdan zaman zaman aktardık, ondan önceki dokuz-on aylık süreyi de. Sevinçlerimizi, tedirginliklerimizi, sıkıntılarımızı aktardık Nazife ile. Şimdi verilen emekleri göz önüne alınca Duru hanımı birinci yaşına ulaştırmanın mutluluğu var üstümüzde. Umarız daha nice yaşlara ulaşacak kızımız...

Doğumgünü öncesi ve sonrasında bir çok kereler içimden bloga bir şeyler yazmak geldi. Bundan daha önemli bir gün olamaz belki de, zira bu ilk doğumgünü... "Başardık" veya "başarıyoruz" denebilecek bir dönüm noktası belki de.

Ama olmadı, elim gitmedi. Ne yazsam bilemedim. İşlerin yoğunluğu mu, üşengeçlik mi... Hem mutluluk hem de hüzünden mi?

İyi de oldum olası "günlük yazarı" olamadım ki ben. Nazife'nin de olmadığını biliyorum. Bu durumda katı bir "günlük" disiplini sürdüremeyeceğimizden, belli ki önemli gün ve haftalarla ilgili yazılar hep geriden gelecek. Gelsin, acelemiz ne ki? Hem Neslihan teyzesi sağolsun açılışı yaptı. Çok güzel yazı kaleme aldı, hislerini aktardı. Ellerine sağlık "miniktoka"nın...

Evet, içimi döküp, zeytinyağı gibi suyun üzerine çıktığıma göre bazı satır başları aktarayım.

- Duru için iki doğumgünü tertip edildi. İkisi de çok güzeldi.

- Babaannesi Sabriye ve büyük halası Ayşegül Adana'dan geldiler. Bu ikisi başlı başına bir film resmen. Çok güldük, çok eğlendik, çok özlemişiz... Çok teşekkürler, ayaklarına sağlık canlarımın. Osman dedeyi de çok aradı gözlerimiz bu arada...

- Doğumgünlerinin ikisinde de Duru'nun yalnızca iki arkadaşı vardı. Diğerleri hap benim, Nazife'nin, Seda'nın arkadaşları ile akrabalarımızdı. Duru'nun arkadaşları ise Deniz ablanın kızları Irmak ve Yağmur'du. Yalnız bu üçlü beraber oyun oynamak için bir-iki doğumgünü daha beklemek zorunda.

- Gelenler bir sürü hediye getirdiler. Hepsi de çok zevkli ve güzel hediyelerdi. Kıyafetler, oyuncaklar... Aralarında en enteresanı halamın aldığı emaye tencere setiydi. Oyuncak olarak satılıyor ama koy sütü ısınsın, koy yumurtayı haşlasın. Isınan sapları tutmak için tutacak bile var. Şahane bir set, üstelik dış kısımları lacivert. Çok yaşa hala sen, kırk yıl düşünsem bir yaşını dolduran küçük yeğenime mini bir emaye tencere seti almak aklıma gelmezdi. Ufkumu açtın resmen...

- Duru da artık klasik sarmalın içine düştü: "Bir yaşına girdi", "bir yaşını doldurdu", "ikiden gün aldı", "doğduğunda bir yaşında mıydın sen?" "ben onu bunu bilmem, 2010 - 1981 : 29 yaşındayım", "tamam işte 30'dan gün aldın", "ya ne karıştırıyorsun aldığımı, almadığımı, 30'unu, 70'ini, gelmişini geçmişini..."

- Pastalar ve yemekler müthişti.

- Doğumgününe katılanlara günün hatırası olarak üzerinde "Duru 1 yaşında" yazan ve Duru'nun iki resmi bulunan mıknatıslı bir "şey" verdik. Buzdolabı süsü olarak da adlandırabiliriz ancak buzdolabıyla beraber her türlü metal yüzeye yapışıyor. Çok geniş bir kullanım alanı olan bir hatıra oldu yani. İlk fikir olsun, dizaynı, teslimatı olsun, her safhasını Nazife hanımın ortaya çıkardığı şahane bir hatıra oldu. Ellerine sağlık bir tanem...

Aklıma şu an gelenler bunlar. Daha da hatırlarsam eklerim.

Son olarak;

Sevgili Duru,

Seni çok seven insanların arasındaydın o gün, umarım hayatının her anında sevdiklerin seninle birlikte olur. Allah sana mutlu, sağlıklı bir ömür versin sevgili kızım.

Bir seneyi geride bıraktın. Şimdi önünde bir hayat başlıyor. Yer yer kızgınlıklar, kırgınlıklar, üzüntülerle dolu, ama vereceği mutluluklarla her daim yaşanılası umut dolu bir hayat.

Seni seviyoruz güzel Duru, olabildiğimiz kadar yanı başında olmak, hayatına mutluluk katmak istiyoruz. Umarız sen de bizi hep yanı başında istersin...

Bir Küçük Çizgi Film Kahramanıdır Duru

Teyze olmak… Bu düşünceye daha çok vardı o zamanlar, birinin teyzesi olabilmenin ne kadar güzel bir şey olabileceğini bilemezdim ben.. Seninle tanışmadan, bu kadar muhteşem bir duygunun varlığını bilemezdim ben…

2 Ekim 2009.. O günü hiçbir zaman unutmayacağım.. Annenin ve babanın yüzündeki o ağlamakla gülmek arasında kalan zafer ifadelerini, anneannenle dedenin telaşını, teyzenin o gülen yüzünü… Ama en çok, odaya girip de o seni gördüğüm ilk anı hiç unutmayacağım, öyle tatlı ve o kadar masum uyuyordun ki… Biz uyuyarak büyüyeceksin sandık :)

İlk kez o gün konuştuk biz senle… İlk kez o gün duyduk birbirimizin sesini ve ilk kez o gün aldık birbirimizin kokusunu… Ondan sonra zaman zaman gelemediğim oldu benim, mazeretim ne olursa olsun hep o kokuyu özledim ben, hep o sesin tınısı kulağımdaydı.. Annen beni yabancılayacağından emin olurdu benim gelmemelerim uzadığında ama sen de hiç unutmadın teyzenin sesini.. kokusunu.. (buna annen biraz bozuluyordu aslında, bana şantaj yapamadığı için). Bana her bakışında gözlerin parladı ve ben daha çok utandım her seferinde daha önce gelemediğim için… O gülüşün, kahkahaların, mızırdanmaların, ağlamaların bağımlısı oldum bence zamanla :)

Bugün bir yıldır teyzeyim ben… Bu süre zarfında sen, milyonlarca ilk yaşadın; bense bunlardan birkaç tanesine şahit olabilmenin gururunu yaşadım…

İlk ağladığında oradaydım ben… Muhtemelen ilk güldüğünde de… İlk kahkahanda orada olamayabilirim ama sana ilk öksürür gibi gülmeyi ben öğrettim.. Aslında ileride anlayacaksın ki ben sana en gereksiz şeyleri öğreten kişi olarak varolacağım hayatında, çünkü ben de aslında gereksiz şeyler biliyorum yalnızca :)

İlk adımında sanırım oradaydım, ama kesinlikle ilk teyze deyişinde yanındaydım… Hayatımda hiç bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum…

İlk dişin çıktığında da oradaydım ama bu zaten senin için oldukça sıradan bir zamandı… Ne kadar güçlü bir insan olacağının göstergesi belki de yaşıtların daha yarısına bile sahip olamadan senin sekizinci dişini rahatlıkla çıkarmış olman…

Bir yılda hayatı bu kadar değiştirebildiğin için biraz da merakla geleceği bekliyorum, nasıl bir birey olacağını düşündükçe kendimi heyecanlanmaktan alıkoyamıyorum… Nedense içimden bir ses biraz çenesi düşük olacağını, başka bir ses de uykuya fazla ihtiyaç duymayacağını söylüyor :) Tabii bunlar sadece içgüdü…

Sen benim küçük çizgi film kahramanımsın kuzum… Gözlerindeki o parıltı ile ben biliyorum ki hayat senin için yalnızca bir oyun alanı olarak kalacak, sen ne kadar büyüsen ve artık büyük bir çizgi film kahramanı olsan da değişenler yalnızca oyuncakların olacak :)

Ben de bu oyun bahçesindeki arkadaşın olarak hep yanında olacağım… Senin bize gelerek, beni teyze yaparak verdiğin hediyenin karşılığını yalnızca ömrüm boyunca yanında olarak verebilirim ben, ve bunu büyük bir keyifle yapacağımdan emin olabilirsin :)

NESLİHAN ÇETİNKAYA

Yoruyorsun

Biraz uyuyabilse annen, bir kaç saat deliksizinden... Zır zır bir ağlama tutturuyorsun, anneni ayağa dikiyorsun. En son, ayakta uyuya kalmadan annen nöbeti bana devrediyor. Keşke kendisini bu kadar zorlamadan devretse. Kalkarım, şikayet etmem.

Seni seviyoruz kızım. Sevmesine seviyoruz da, yoruyorsun be kızım. Beni az ama anneni çok yoruyorsun. Bu yorgunluğa değiyorsun, umarım hep değersin...

Bu arada, baya baya yürüyorsun, haberin olsun...

ilk adımlar...

19.08.2010 kuzumuz ilk adımını attı...
20.08.2010 kuzumuz ilk kez peşpeşe iki adım attı...
her gün birer birer artacaksa adım sayımız bir bakıma hızlı, bir bakıma yavaş bir gelişim bu:)

bahsettiğim adımlar bağımsız, desteksiz, tek başına atılanlar elbette; videoda ise gençlik parkında babaannemizin elinden tutarak yaptığımız kısa gezinti yer almakta...


nice bin kilometrelere...

sümbülümüzden bahsetmiştik ya hani duru'dan hemen sonra ailemize katılmıştı, işte sümbülümüz aramıza katılalı dokuz ay bile olmadan 20.000 km'yi geride bıraktık geçtiğimiz günlerde kendisi ile... bu kilometrelerin 15.000den fazlasının duru'yla yapılmış olduğunu da not düşmek lazım elbette.

allah nazarlardan saklasın sümbülümüzü, daha nice bin kilometrelere kazasız belasız inşallah!!!


Ormanlar Büyüyecek Duru

Omuz omuza veren ormanlarız biz kızım. Her ne kadar azalsa da sayısı ağaçların bundan böyle hiç bir ağaç ayrılmayacak köklerinden, toprağından.

Bu orman seni çevreliyor, ama yalnızca etrafını. Gökyüzü, senin sonsuzca yükselmen için masmavi, apaçık! Büyü de, sen de omuz ver bu ağaçlara. Ormanımızın en taze rengi, en açık yeşilisin. Akpacık yüzün, ellerin...

Sen ne sevimlisin...

Lunapark!



Önce kamikaze oyuncağında çığlık çığlığa eğlenen kalabalığın sesinden ürktü, afalladı, yadırgadı etrafını. Sonra bir ısındı, pir ısındı. Lunaparka da gitti Duru...

Samsun'dasın


Sevgili kızım Duru,

Dünya üzerindeki günlerin başladığından beri ilk defa Samsun'a geliyorsun. Burasının benim için önemi büyük, artık senin için de öyle olacaktır, eminim. Burası benim anne tarafımın memleketi. Yani kendini Adanalı olarak takdim eden babanın bir memleketi de burası kızım. Gerçi sohbetlerde adı sıkça geçer anneannemin, teyzemin, eniştemin, kuzenlerimin adları. Güya beni evlendirecek olan ama bunun gerçekleşmesinden on üç sene önce aramızdan ayrılan dedemin hatıraları...

Dünya üzerinde seni her daim açık kollarla, karşılıksız, içten ve sonsuz sevebilecek insanların olduğu bir yerdesin kızım. Bir bakıma evet, evindesin...

Samsun'dasın...

Boğsak'tan İnciler

Aktarmazsam olmaz.

"Biz insanlığımızı yaptık, sıra balıklarda" - Osman Uçar : Denize saldığımız balık sepetine koyduğumuz ekmekler ve sepeti salarken harcadığımız efora istinaden. Boş çektiğimiz sepetlerden sonra balıkların insanlıktan anlamadığına hükmettik.

"Asil olun biraz, bakın ben ne kadar asilim" - Sabriye Uçar : Dağıtılması için topladığı okey taşlarını ıstakası vasıtasıyla ileri süren sevgili annem, taşları dağıtan kişiye yardım amaçlı bu hareketinin bir asalet örneği olduğunu iddia ediyor. Akabinde benim "arkadaş, sanki İngiliz kraliyet ailesi boş zamanlarında okey oynuyor da bu işin de bir asalet düzeyi varmış yav!" deyişim asalet tartışmasını ters yüz etse de anemin bu lafından sonra herkes taşlarını ileri sürmeye başladı. Asil aileymişiz vesselam.

"Vikingler!" : Boğsak koyuna gelen tur tekneleri. Bunlardan bir tanesi koya girerken koyda restaurantı olan Apo'ya selam çakmayı hiç ihmal etmiyor: Günde bir defa mehter marşımız garanti.

"Hızlı Osman bu!" - Şükran abla : Boğsak köyünün yerlisi Şükran ablanın bizim balık sepetine giren talihsiz balıklardan birisinin cinsi hakındaki yorumu. Babamın adının da Osman olması talihsizliği bizi çok güldürdü elbette. Şükran abla da utançtan kıpkırmızı oldu. İyi gene sadece "hızlı" dedi. Ya balığın daha küfürlü bir adı olsaydı. Keşke olsaydı, daha çok gülerdik. İşin başka bir komik tarafı da beş on dakika sonra Şükran abla balığı yanlış balığa benzettiğini, balığın Hızlı Osman değil de "doktor" balığı olduğunu söyledi. Ortalığı boş yere velveleye vermişiz meğer. Ben yine de balığın doktor balığı olduğunun anlaşıldığı anda komuşumuz Berksoy beyin orada olmasını isterdim, zira kendisi iyi bir onkologdur. Şükran abla da devirdiği çamların arasına bir tomruk daha eklemiş olurdu, olmadı, olamadı.

Ankara'dayız, Yine Yeniden

Tatil bitti, şimdilik. Yeniden iş başı yaptık.

Günebakanların boynu büküldü, güneş kayboldu, trenler gitti (ne zaman!), tekneler limanlara çekildi...

Beni sevmediğini düşündüğüm insanların sayısı nasıl da artıyor... Onları sevmediğimi düşünenlerin sayısı da artıyor olabilir, küçük bir ihtimalle.

Sayılar büyüyor, içimden saymaya devam ediyorum...
Acılar büyüyor, sayıp sövmeye devam ediyorum...
Burnumun ucunu görebiliyorum artık, yeteri kadar büyümüş olmalı ki, dün saydıklarıma bugün sövüyorum...

Belli ki;
Birileri büyümüş, birileri küçülmüş...

Denizle İkinci Temas

Pazar ve pazartesiyi tadı tuzu olmaksızın, hafif yüksek ateşle geçiren Duru, bugün itibariyle kendine gelmeye başladı. Biz de bundan istifade edip kendisini bir kez daha denize getirdik. Birinci gelişimizi videoya kaydetmiştik. Bu sefer bir kaç foto ile durumumuzu izah edelim dedik.

Buyrun Duru hanımın denizle ikinci temasına...


Anne, dede ve babaanne önden denize girdiler. Baba ile zaman geçiriliyor şu anda...


Ve denize girildi, ama o da ne! Vikingler ellerinde makarnaları olduğu halde kareye girdiler. "Az geri durun Vikingler!" dediysem de dilimi bilmedikleri için beni anlamadılar. Bir de sürekli gülüyorlardı, nedendir bilemedim...



İşte Duru hanım... Botunun üzerinde denizin tadını çıkarıyor. Hiç de korkmuşa benzemiyor...


Aile saadeti -1...


Dede - Torun...

Aile saadeti -2

Ve bu güzel dakikaların sonuna gelmiştik artık. Darısı diğer günlerimize olsun...

Nerelerdeyiz?

Denizdeyiz, Boğsak / Taşucu'ndayız bu hafta.

Cumartesi sabah buraya gelmiştik, ilk gün neşeli geçti. Duru ilk kez denizle tanıştı. Sıcak bir karşılaşma oldu, bizimkisi denizi pek yadırgamadı. Eğlendi bile denebilir.

Yalnız bugün (pazar) işler tersine döndü. Durucuk kaç derece sıcaklığa geldiğinin farkına vardı. Huysuzlaştı, ağlamaklı oldu. Dünkü neşesinden eser yok şu an. Daha kötü olmasın diye çabalıyoruz. Aslında aksilikler dünden başlamıştı; pamukcuk çıkardı Duru hanım. Herhangi bir tedavi uygulamıyoruz, ama takipteyiz.

Şunu anladım; bebek sahibi olarak, bir baba olarak şu saatten sonra mesaimin %90'ını Duru için harcamalıyım. Bu hem Duru için hem de annesi için gerekli. Bunu "ne kadar yüce bir babasın, Mustaali!" deyin diye söylemiyorum. İşin içinde dev çelişkiler, sinirler-stresler olmasına, mevzubahis Duru olsa da onu boğazlama noktasına gelmeme rağmen yine de gönüllü olarak eğer bebeğimin peşinde koşuyorsam, bir dakika... bu olay gerçekten akıl ve mantıkla izahı zor bir olay olsa gerek.

Çok şükür aklımdan çok duygularımla hareket eden biriyim. Hiç akıl yok ki efendim...

Vikingler... Vikingler...

Bunun arkasına gelecek, viking ile kafiyeli bir kelime bulsam şu an Boğsak koyu açıklarından geçen tur teknelerine ithafen bir dörtlük kaleme alacaktım. Lakin Türkçemizde -ing ile biten sözcük pek yok. Kaldı ki bir tane bulmam da yetmeyebilir, adı üstünde dörtlük yazacağım. Üçüncü mısraı sallayalım ama illa son mısranın vurucu bitmesi şart olduğundan, bana biri güzelinden olmak üzere iki adet -ing ile biten sözcük lazım.

Geç kaldım, tur tekneleri gitti. Öğleden sonra gelecekler tekrardan...

Durmak Üzere

Ama ayakları üzerinde. Kimseden destek almadan. Durup tükenmek değil, tam tersine bitmeyecek bir koşuşturmanın ilk adımını atmak üzere.

Şimdilik bir kaç saniye sürüyor durması. Az sonra hem ayakta kalma süresi artacak hem de durduğu yerde durmayacak....

Silinmeyen Sahneler

Yaşadıklarımızı, geçmişi düşünürken faydalandığımız kaynaklar birer fotoğraf karesi gibi. Aklımızda canlanan fotoğraf kareleri.

Hayatımın en keyifli gezilerinden birisi örneğin; İstanbul'da işlek bir caddeye bakan bir balkonda serin biramı yudumladığım anın fotoğrafı. Yanımda arkadaşlarım, başımıza buyruğuz, alabildiğine özgürlük ve mutluluktu hissettiklerim.

O balkonun tadı hala damağımda.

Şimdi de geziyorum, şehir şehir. Yine de bazı anların çok daha farklı bir tadı olduğu ortada. Acaba o anın dimağımda bu kadar canlı kalacağını bilsem ne yapardım o an. Belki oturduğum sandalyede daha bir gerinir, daha bir yerleşirdim. Belki de şimdi yaşadığım burukluğu o zaman yaşar, geçmişin hüznünü daha geçmiş gelmeden yaşardım. Geleceğe dair bir hüzün alırdı.

Yanımdakilerin geleceğini o günden görsem, daha da burkulurdu içim.

Her şeye rağmen, o balkondaki hazzı sağlayan şartlar bir daha asla oluşamayacak da olsa, eğer bana "bu mutluluğu yaşamamak mı yoksa yaşayıp da sonradan hayıflanmak mı" derseniz, şüphesiz "o balkondaki birayı da, caddeyi de , yanımdakileri de sonu ne olursa olsun yaşamak isterim" derim...

Koku!

Duru yedi ayını bitirip, sekizden gün alırken yiyecek rejimi de yediği ek gıdalarla değişiyor.

Yalnız süt içtiği günlerde her bir şeyi süt gibi kokuyordu; kendisi, kıyafetleri, kakası, çişi...

Bugün ise Duru'nun kişisel tarihi için önemli bir gün, zira büyüklerin dünyasına bir adım daha attı. Artık kakası resmen "insan kakası" gibi kokuyor. Az önce hepimiz sıradan kokladık poposunu. Akabinde de altı değişirildi. Ne de iyi edildi. Güldük, sevindik bu işe. Kakanın kaka gibi kokmasına sevinmek ne garip...

Kakana kuvvet Duru kızım...

Diş Hediğinden



Diş Hediği


Salı günü Duru'nun dişlerinin çıkması şerefine diş hediği yapılacak. Haşlanmış buğdayın şekerle servisi olan bu hedik aslında bir gelenekten başka bir şey değil. Hem Duru'nun dişlerini kutlayacak hem de geleceğe dair bir fal bakılacak. İşin eğlenceli tarafı da burası sanırım.


Geleneğe göre aile üyelerinin mesleklerini simgeleyen nesneler çocuğun önüne konulacak, çocuk hangisine hamle yaparsa büyüyünce o mesleği seçecek-miş. Bilimsel temeli var mıdır, sanmıyorum ama tahminim Duru'nun normal olarak en renkli ve cafcaflı nesneyi seçeği yönünde. Bu durumda hak geçmemesi adına nesnelerin aynı sönüklük düzeyinde olması gerekli.


Şöyle bir aile üyesi, meslek, nesne listesi yapalım.

Annesi Nazife, avukat, kanun kitabı.
Babası Mustafa, mali işler uzmanı, hesap makinası.
Anneannesi Sabriye ve dedesi Selahattin, öğretmen, kalem.
Babaannesi Sabriye, PTT memuru, telefon.
Dedesi Osman, bankacı, para.
Teyzesi Seda, doktor, steteskop.
Amcası Kemal, oyuncu, ?

Kemal efendi için nesne bulamadık. Kendisini aramak hatasına düştük. Önce kuru kafa dedi, "olmak ya da olmamak"a göndermede bulunarak. Onu nasıl buluruz falan deyince de, ikinci bir ihtimal olarak şaka oyuncaklarından "kaka" olsun dedi. Sanki onu daha rahat bulabilirmişiz gibi. Bana Kemal adına ne koyarsak koyalım Duru ona yönelecekmiş gibi geliyor. Kemal'in şeytan tüyü her şekilde koyacağımız nesneye sirayet edecektir.

Salı günü, akşam yemeğinden sonra anneannelerdeyiz. Hedik yemek isteyenleri, kendi mesleği ile ilgili nesneleri ile birlikte katılmak isteyenleri bekleriz efendim...

Piknik!

Hava çok ama çok güzeldi dün. 24 nisan 2010, Duru'nun ilk Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın ertesi günü. Memleketin ve dünyanın her yerinde eziyet gören çocukları düşünüp gününü ıskalamadı Duru. Herkes için üzülmenin kendisi için bir fayda getirmediğini bilmesi gerekli. İnsan öncelikle kendini düşünmeli, güzel havaların tadını çıkarmalı, koşup oynamalı... Kimse için kendini harap etmemeli, çünkü insanın kendisi olmazsa başka kimsenin önemi yok, kimse için kendisini kaybetmeye gerek yok. İnsanlar kendilerine duyulan sevgiyi yok saymayı iyi biliyorlar. Sevmek - üzülmek, çok iç içe geçmiş şeyler bunlar...

Bu ağır düşünceler çok yormuş olmalı ki Duru'yu, piknik yolunda, daha arabada uykuya dalıverdi.




Gölbaşı'ndaki piknik alanına vardık. Açık hava ile ilk temaslar sağlanıyor. Annesi oryantasyon turlarında...

Arabasından etrafı seyretmeye başladı bile. Etrafta o kadar çok çocuk var ki, doyasıya oynayan, koşuşturan... Bizimkisi gün saymaya başladı iki ayağının üzerine durmak için.

Resimde görünmeyen iki kişi var. Birisi ben; ateş yakmakla meşgulüm. Diğeri Seda, görevlerinden birisi fotoğraf çekmek, diğeri boşalan bardakları şalgam, kola ve su ile doldurmak. Fotoğraf işine daha hakimdi diyebilirim yeni kankam için. Haftaya saçlarımızı boyatıp, sinema sinema gezeceğiz, sonraki hafta da beraber halı saha maçı yapacağız. Bu iş çok yürümeyeceğe benziyor şimdiden...

Çiftler yıllar içinde birbirlerine benzerlermiş ya. Hem cismen hem fikren olsa gerek. Farkında olmadan bir örnek giyinmişiz Nazife ile. Benzerliği farkedince evlenme ve çocuk sahibi olma konularında mutabakata vardık. Yaza düğünümüz var...

Annem Zerrin Özer'in gençliğini andırmamış mı? Onun da elinde telefon, güzel bir kare yakalamak için fırsat kolluyor. Sonra da çekiği resimleri telefonunun masa üstü olarak ayarlıyor. Fena pozlar da yakalamıyor hani...

Yeni kankam Seda. Mamak-Gülveren-Saimekadın muhitindendir kendisi. Bizim mahalleler yani. Bir gün biz de taşınırız be kanka. Belli mi olur? Belki İncesu, belki de İncek...

Pikniğin birbirleri ve çevre ile en uyumlu çiftini gururla sunarım efendim. Dede & torun...





Açık hava insanı acıktırıyor. Duru hanım her ne kadar biraz pütürlü olsa ve yemekte zorlansa da ezilmiş limonlu elmasını mideye indiriyor.

Yedik, içtik, güldük, eğlendik... Bir pikniğin daha sonuna geldik. Güneş batmaya döndüğünden Duru pelerinini giydi. Ayaklara da battaniye sarıldı. Henüz üşüdüğünü söyleyemiyor. Biz üşümüştür diye onun yerine karar veriyoruz. Muhtemelen hayatımız boyunca onun yerine kararlar vermeye çalışacağız, o da direneceki kendi kararları için. Böyle böyle zaman geçecek, bir gün bir bakacağız Duru da kucağında kendi bebeği ile pikniğe gidecek. Hiç de uzak değil bunlar, gözümüzü bir kez kapayıp açmaya bakar. Eğer yaşadığımız bu güzel anlar hiç geçmesin derseniz, gözünüzü sımsıkı kapatın, açmayın. Hayat denilen şey gerçekten çok kısa...


Benim Duru'm da bu kadar büyüyecek, benimle böyle fotoğraflar çektirecek mi? Bu kadar mutlu olmayı dilerim Allah'tan...

Son fotolardan bir kaç tane daha...


Bu da arabamız Sümbül. Kendisi Duru'dan az sonra katıldı ailemize. Sırf Duru hanım seyahatlerinde sıkıntı yaşamasın diye, Adana'daki dedesi ve babaannesine rahat kavuşsun diye... O da çok uyumlu maşallah, onu da çok seviyoruz.


Bunlar seçme fotoğraflardı. Daha fazlası Nazife'nin picasadaki fotoğraf albümlerinde bulunuyor. Blogun tepesindeki "hakkımda" yazısı tıklanarak da resimlere ulaşılabilir.

Duru Neler Yaptı?

Geçtiğimiz haftalar içinde neler oldu? Özet geçelim...

- Üçüncü dişini çıkardı, üst sağ tarafta. Biz alt taraftakilerin simetriği çıkar diye beklerken iki ön dişin sağındaki tavşan dişi çıktı. O günlerde yine huzursuzlandı. Ateşlenmedi ama terledi. Bol bol kaşıyor dişin çıktığı yeri.

- Ayaklarına doğru eğilip çoraplarını dişliyor. Eğilebilmesi müthiş, hiç eğilip bükülmeyecek sanıyorduk Nazife'yle.

- Ga ga ga hecesini ısrarla söyleyebildi, bir de "radio" diyebilse.

- Ağzından da nefes almaya başladı.

- İlk defa hasta oldu. Adana ziyaretimizde ısı farkına yenik düştü. Antibiyotik ve öksürük şurubu başlandı. Yaklaşık bir hafta ilaçlara devam etti. Hastalığı süresince malumdur ki huzursuz bir insan oldu. Uyku düzeni bozuldu, burnu tıkandı. Bizim de huzurumuz kaçtı, uykuyu kaybettik. Ancak şimdi iyileşti, hepimizin morali yerinde çok şükür.

- Ek gıdaya geçtik. Ama ne geçiş. Yoğurtlar, taze meyve suları ve posaları, yemeklerin sularına ekmek banmalar... Yoğurdu iştahla yiyor ama kusuyor. Biz de yoğurda ara verdik. Meyveye odaklandık. Bir çok şeyi tadına aldırmaksızın yiyor. Yalnız muzu geri çevirdi. Garipsemeyin, ben de muz yemem. Genetik midir, tesadüf müdür zaman gösterecek. Ispanak, bamya, bezelye... Bunların üzerinden geçildi, onaylandı: Geri çevirme yok, aynen mideye teslim.

- Dün akşam Nazife Duru'yu koltuğun yanında ayakları üzerine dikti. Elleri koltuğun üzerinde, oyuncaklarla meşgulken ayakları yere sağlamca basar halde bir kaç dakika durabildi. Tabii ki yürümek gibi bir durumu yok, zaten yürümeyi anladığını da sanmıyorum. Bir çok şeyin farkında olduğunu tahmin ediyorum. Yine de farkındalıklarının sınırı hakkında bir fikrim yok.

- Sese karşı hassasiyeti arttı. Kendine seslenildiğini anladığını düşünüyorum. Göz teması kuruyor, yanından ayrılınca mızmızlanıyor. Duygusal bağ kurduğumuzu da söyleyebilirim. Yalnız şundan emin olamıyorum: Sabahtan akşama kadar geçen sürede beni görmediğinden dolayı beni unutuyor mu? Akşam eve gelen bu adama sadece onu çok eğlendirdiği için mi tepki veriyor? Onun etrafındaki sürekliliğimi anladığını ne zaman farkettirecek bana. Belki konuştuğunda, etrafındakilere beni sorduğunda... Kulağımla duymasam inanmam...

Tavşan Duru !


Aslında koymayacaktım bloga, ama dayanamadım. İşte karşınızda Duru, hem de tavşan olanından.

Duru, bir fotomontaj üstadı olan dayısı Hüseyin Öncül'e teşekkür eder, yüzüne salyasını büyük bir keyifle sürmekten çekinmez.

Eline sağlık sevgili dayısı...

Taze Soğan

Düne dair bir not daha: Duru taze soğanın tadına baktı. Beğenmemezlik etmedi. Ağzından salyalar aka aka iki minicik dişiyle ısırdı da ısırdı. Sonra biraz da havuç tattı. Ama favorisi kesinlikle taze soğandı.

Elleri nesneleri kavramakta ustalaşıyor. Sıkıntı, nesneleri odaklayıp onları avuçlamakta. Ağır ağır elini yaklaştırıp kavrıyor. Yalnız bir kere kavrayınca süratle ağzına götürüyor. Bu safhada sürat açısından sıkınıtımız yok.

Dün akşam, büyüklerin dünyasına bir adım daha attı Duru kız.

Amcanın Doğum Günü

Bugün amcanın doğum günü Duru kızım.

Amcan doğdu. Ben dört yaşımdaydım. O henüz "günlüktü". Ben yıllanmış bir şarap edalarındaydım. O daha taze sıkılmış meyve suyuydu.

Sıkılmıştı, çünkü kundaklanmıştı sıkı sıkı. Kim olsa sıkılır. Ben de sıkılmadan izliyordum onu. Allah'ım ne küçük! Böyle sevdiğim bir o vardı, o kadar küçüklükten, bir de sen kızım.

Amcanı eve getirdiler, henüz ayakları büyümemişti, bacakları bir açıldığında dünyanın öbür ucuna uzanmıyordu henüz. O kadar küçüktü işte, kundağının içinde. Bir ayağının diğerine temas ettiği yer kadardı dünyadaki etki alanı. Ama etrafında bizler, o dünyanın atmosferi, ayı, güneşi oluvermiştik. Ne de çok sevinmiştik!

Kıskanmadım mı onu, acıtmadım mı bir yerlerini, bağırıp çağırmadım mı, haklı haksız, yerli yersiz... Ona çektirdiklerimin çok daha fazlalarına onun uğrunda katlanabileceğimi bilir mi?

Şimdi, hiç birisinin yeri yok. Çünkü yine ayrıldı yollarımız. Geçici olarak buluştuktan sonra üniversite yıllarımızda, tekrar ayrı ayrı yollar adımlanıyor artık.

Sevmek kızım, o denli zor ve acı verici bir iş işte. Hiç sevmeseydim amcanı böylesine, bu kadar da üzülmezdim belki. Üzülmezdim kolunu kırdığında, kafasını yardığında, sınavdan kötü not aldığında, yüreğini burktuklarında... Hayatını baştan kurduğunda, buradan uzakta...

Ben yıllanmış sirke, o ise daha kadife kaplı bir günlük. Neler yazacak kendine, neler yazılacak? Anahtarı nerede bu günlüğün? Anahtara ne gerek var, anahtar kullanamazki, O daha bir "günlük" .

O daha bir günlük bugün. Eve getirdiler, kucağıma verdiler. "Senin kardeşin" dediler. Kalbimin bir yerini de ona mühürlediler kızım.

Bizi birbirimize mühürlediler kızım...

Yaş Otuz, Ufuklar Uzak...

Bu yaşa gelip, hala hayatta seni neyin mutlu ettiğini bulamadıysan kabahat biraz da senin. Hiç triplere girme, isyankar ayaklara yatma. "Bana şunlar, bunlar sunulmadı" demek de beyhude. Ben dahil kimse yemez bu numaraları. Halbuki insan en kolay kendini kandırır. Yahu ben kendimi hiç kandıramadım ki! Hep kendi açıklarımı kendi yüzüme vurdum, durdum. İçimden yüzüme karşı. O denli sert ve tavizsiz. Bu yüzden açılamam ki güvenli limanlarımdan. Karada giden gemilerin kaptanı -hayır, havır kraft değil.

Şu üç boyutta, uzay-zaman dengesinin ayakları yere sağlam basan ortamında, bir-iki solucan deliği marifetiyle ve yılların maddi sonucu olarak -işgüçparasahibiolma- güzel, alımlı yerlere gidebildik de gidemeyenlere çok matah göründük. Her gidişin bir de dönüşü var, döndüğümüzde yine yeniden yenilen olduk.

Biz en çok De Gaulle'de yalnız kalmışız.

Çıkan Kısmın Özeti - 2

Biryerlerden, özellikle sevdiğin bir yerden uzakta olmak, hem acı hem tatlı. Acı kısımları çok yaşamadım, şükür. Tatlı kısımlar ise üniversite öğrenciliğinin huzurlu günleriydi. Başka öğrenciler sıkıntı içinde boğuşurken benim durumum iyiydi. Durumu benden de iyi olanlar çoktu, kötü olanlar da çoktu.

Demek ki ben ortalarda bir yerlerdeydim. Daha önce de demiştim, ya da dememiştim, genelde ortalarda gezindiğimi düşünürüm. Boyum, kilom, gelirim, zekam, kaabiliyetlerim... Hemen hemen hiç bir şeyin tam olarak uzmanı olmadım, olamadım. Gittim Kamu Yönetimi okudum. (Sonradan eklenen not: Bundan sonraki tespitlerim tamamen özneldir, öznesi ben olan bir örneklemi işaret eder, başkası için mutlaka farklıdır, falandır, filandır) Belki de okumama en elverişli bir bölümdü, çünkü her şeyden az bir miktar öğrenip öğrenip mezun olabilirdiniz. Sonunda "hiçbir şeyin efendisi" oluyordunuz. Hedeflediğiniz işe -eğer iyi bir devlet memurluğuysa bu- girebilmek için okulun bitmesini beklemeliydiniz, bitsin ki KPSS kurslarına yazılın ve bir sene kadar sağlam çalışıp, şansınızın ve elinizin kolunuzun uzunluğu ile istediğiniz yeri kazanın.

Oyunun kuralı bu. Ben isteseydim, oyunu bu kurala sadık kalarak kazanabilirdim. Sınav kazanamamak gibi bir sorunum yok. Oyunun kuralına dair bir sıkıntım da yok. Eğer hazırlansaydım, kazanırdım. Kadere, sisteme isyan eden, sonra da isyan ettiği sistemin içine girmeye çalışan bir tarafım yok. Eğer isyan etseydim, içine girmez, kenarında kalırdım.

Bunu tercih etmedim. Okulu bitirip askere gittim. Koşa koşa gittim, koşa koşa geldim. Böylece sıra iş bulmaya gelmişti. Onu da buldum. Nişanlanmıştım askere gitmeden. İş bulduktan bir süre sonra da evlendim. Annemle babamın muhabbet aralarında nişanlılık süresinin kısa tutulmasına dair ettikleri sözlere hak verdiğim halde şartlar Nazife'yle birbuçuk sene nişanlı kalmamıza zorladı bizi. İşin komiği annemle babam da uzun bir nişanlılık dönemi geçirmişler. O zaman zorluklar yaşayıp mı bana bu öğüdü verdiler, yoksa kendi yaşadıklarını unuttular da mı ahkam kestiler? İkinci şık neden bu kadar cazip geliyor?

Ortalardayım demiştim. Bu vasat, silik birisi olduğum anlamına gelmemeli. İnsan kendisini herkesten daha acımasız eleştirebilse de kendime bu haksızlığı yapamam. Güzel olduğunu düşündüğüm yönlerim, becerilerim var. Bunları anlatacak değilim. Bunları başkaları anlatsın. Kötü olanları anlatabilirim, keyfime bakar. Şimdi? Belki sonra. Aslında ortalarda bir yerde olduğum konusunu biraz daha deşebilirim.

Ortalarda, ortaların güvenli dünyasında yaşıyorum işte. Macerayı sevmem demiştim, demiş miydim? Akıl ve mantık dışı işlerimi çoğunlukla Hüseyin isimli arkadaşımın işbirliği ile gerçekleştirmişimdir. Kendisi haşarının önde gidenidir, aslında fırlama diyebileceğimiz, bu tanıma uyan birisidir. Belki de birisiydi demek daha doğru olacak, zira kendisi nicedir fırlamalık yapmıyor. Garip, o yapmayınca ben de yapmıyorum. İçimizdeki terör makinasını orataya çıkartan, o makinanın dişlilerini yağlayan, keskin yerlerini bileyleyen, gazını-benzinini koyan bir şeydi bu adam. Yaptıklarımızın, ettiklerimizin, kavgalarımızın, dövüşlerimizin müsebbibi demek çok ağır olur. Ama o olmasa bu kadar da olmazdı, bundan da şikayetçi değilim. Çocukluğun, ilk gençliğin en keyifli, adrenalinli muhabbetlerinde kendisi hep vardı. Belli ki orta yaşın merdivenlerine süratle tırmanırken o yine üzerine düşeni yerine getirecek. Ya merdiveni sallayacak, ben tırmanırken, ya üst basamaktayken kendini aşağıya, benim üzerime bırakacak, şaka bu ya. Ben taşırım onu, yeter ki bıraksın kendisini. Yine de öylesi bırakmaz kendisini. Sonunda benim de gülmeyeceğim bir şaka yapmaz o.

Ben ortalarda olarak, bir çok badirenin sınırlarını güvenli bir şekilde dolandım. Bizimkiler nasıl bir kod işlemişlerse ve nasıl bir şekilde beynime kazımışlarsa siyasi olana karşı hep mesafeli kalabildim. Yine de bizimkilerin ve bazı arkadaşlarımın yanında solda, bir çok arkadaşımın yanında sağda oluveriyorum. Bir anda yine ortaya geliveriyorum bir şekilde. Ortada olmanın böyle garip bir "yürütme" gücü var. Uçlarda olanları aynı hizaya getirmek zor olduğundan genelde direksiyonda "ortadakiler" oluyor. Buna uzlaşmacılar da diyebiliriz. Yine de bu insanlar iki uçtakilerin genelde sevmediği bir kesim. Çok şükür ki ortadakiler çok kalabalık.

Bu ifadeler çok muğlak kaçıyor bazen, çünkü çok geneller. Aslında bir şeyi genellemek onun daha rahat anlaşılması için yapılır, ama bir yandan da asıl anlatılmak isteneni muğlaklaştırıyor, aslından saptırıyor. Siz griyi anlatmak istiyorsunuz, açık siyah, ya da koyu beyaz dediğiniz anda artık gri beyazın veya siyahın bir türevi oluyor. Onlara ilişkin genellemeler artık gri için de geçerli oluyor. Siyahsevmezler için de beyazsevmezler için de sevilmeyen bir renksiniz artık. Kolaylıklar dilerim.

Benim ortalarda olmamın sebeplerinden birisi de etrafımdaki insanların uçlara yakın olmasıdır. İşte net bir saptama. Ya onlarla aynı fikirde olmamaktan, ya da aralarında anlamlı bir denge tutturmak kaygısı ile kendimi ortaya itmişim. Şimdi görebiliyorum bunu. Gördüm diye, bundan sonra bir değişiklik olacak mı tavırlarımda? Sanmam. Olsa olsa kendimi daha az üzerim. Teraziye bir kefe daha eklemeye çalışıyorum. Üçüncü kefeye kendi keyfimi, mutluluğumu koyuyorum. Bu üçüncü kefe ağır gelmese de diğerlerini dengelese olur. Ağır gelse fena olmaz. Aslında belki biraz ağır gitse, artık hep ağır gelmesini isteyeceğim. Bu da iyi değil. Ben henüz kefeyi daha yeni yeni monte etmeye çalışıyorum. Montaj esnasında diğer kefeleri ihmal ediyorum. Bunu da biliyorum.

Ortalardayım. Yukarı ile maddi bağlarım, aşağı ile manevi bağlarım kuvvetli. Bu beni nereye götürür?

Terazinin kefelerindekiler için daha sonra devam ederim. Onları kolayca es geçmemek gerekli. Nelerden bahsedeceğimi, bahsetmem gerektiğini, bahsetmemem gerekenleri bilmiyorum şu an.

Ha, bu bir taahhüt değil. Keyfimin kahyasıyım burada.

Duru'lu Günler

Nasıldır bilemiyorum. Hafta sonları uzun uzun uyuyorum, zorunluluktan, yorgunluktan. Öğleye doğru kalkıp karnımı doyurma telaşına giriyorum. Bu günlerde omlet üzerine kendimi geliştirmekle meşgulüm. Etrafımdakiler bu işten mutlular sanırım. Taze sıkılmış portakal suyu ne güzel bir dostudur uzun kahvaltıların.

Duru'lu günleri bilemiyorum. Hafta sonlarını farklı bir şeyler yapma telaşı ile dolduruyorum, el yordamıyla, kıra döke, hoyratça... Nazife ile, Duru ile beraberim elbette ama hafta sonu işte. Bir şeyler yapmalı, haftanın yorgunluğunu atmalı veya haftaya yorgunluk eklemeli, pazar gecesi yatağa girene kadar.

Duru'lu günleri en iyi anneannesi ve dedesi biliyor, ben bilemiyorum. Artık Nazife de çok iyi bilemeyecek. Çalışan anneler, babalar; bir de onlarsız büyüyen çocuklar...

Her akşam değişmiş geliyor gözüme. Bir de çok güzel kokuyor. Özellikle gıdısından kokluyorum onu. Bir kaç ay sonra karşılıklı sohbet etmeye de başlayacağız. Şimdilik hala etrafına şaşkın şaşkın bakıyor, eline her geçirdiğini de ağzına sokuyor. Üst damakta bir karıncalanma var ne zamandır. Kaşlarını çatıyor bazen, özellikle bir şeyi elleriyle sıkıca kavradığında.

İleride acı kuvvetiyle un ufak edecek, eline geçireceğini.

Biliyorum bunu.

kızımız hızla büyüyor...

kızımız hızla büyüyor, ikinci dişi de bugün belirginleşti diğerinin hemen yanında. yani artık fiziksel olarak da ben katı mamaya geçmeye hazırlanıyorum demeye başladı. babası adana'dan gelirken babaannesinin aldığı mama kaşığı, çatalı, tabakları ve suluktan oluşan setini de getirdi. artık altıncı ayımızı bitirmeye yaklaşırken kendimizi mamaya da hazırlıyoruz.

duru'ya yediğimiz yemeklerin suyundan, püresinden vs. vererek tadına baktırıyoruz, teyzesinin yapmamamızı söylemesine rağmen:). bugün de muzun tadına baktırmak istedim. hanımefendi önce iştahla atladı muza ama tadını alınca surat ifadesi öyle değişti ki, hemen dili ile dışarı itti muzu. ekşimiş(ama bence yine şirin) ifadeyle baktı yüzüme:) hayret ailede muz sevmeyen de yok ama(!). babasına mı çekmiş nedir? önümüzdeki günlerde yine muz tattırma girişiminde bulunacağım, bakalım o zaman ne tepki verecek?

duru hanım bir süredir kendi kendine biberonu ile sütünü içiyordu zaten, bugün bunu kayda aldık, kendisi izleyip gülümsesin diye.

bu aralar meydana gelen gelişmeler bunlardan ibaret. yeni şeyleri yine aktaracağım (z).

büyü, biz de gideceğiz...

baban adanaya doğru yol alıyor şu anda, demirsporun maçını izlemeye gidiyor. babaanneni, dedeni, amcaları, halayı , kuzenleri vs vs kısaca aileyi de görecek. onlara senden bahsedecek çünkü hayatımızın orta yerine öyle bir oturdun ki herkese her sözün arasında senden bahseder olduk. öyle anlatılası birşeysin ki bizim için senden bahsederken insanları sıkma ihtimalimiz dahi aklımıza gelmez oldu. laf aramızda iyi ki de oldu.
ne diyordum, baban adanaya gidiyor. maç izleyecek. sen gelmezden evvel babanla beraber giderdik maçlara, yine gideceğiz, sadece ufak bir ara verdik. üstelik seninle birlikte gideceğiz. sen de istersen elbet. istersin değil mi kızım. gözümüzdeki heyecanı görünce, içimizdeki sevgiyi anlayınca sen de istersin değil mi? sen de hissedersin bizim hissettiklerimizi. yoksa etkilemiş mi oluyorum(z) seni. yok yok sen zaten anlarsın bizi. sen de seversin bu hissi.
bekleyip görmek lazım, biraz daha sabır lazım. ama aslında tek birşey lazım: sevmek lazım!

bloga yazı yazamamaktan şikayetçiyim. sakın ha bunun size vakit ayırmadığımdan kaynaklandığını düşünmeyin. tüm vaktim sizinle geçiyor; kalan kısımda ise (fazla bir kısım kalmasa da) fırsat yaratamıyorum. bundan böyle kısa kısa notlar almaya çalışacağım yazı yazmak yerine, hiçbirşey yazamamaktansa. hemen notumu düşeyim de yanına geleyim o zaman, çünkü huzursuzlanmaya başladın. bu fotoğraf, babanın dişini farkettiği an'a dair.
evet minik kuzumuz; beklenen şekilde alt sağ tavşan dişin çıktı:)

Günaydın Duru

Sen uyuyordun, ben geldim odana. Sana baktım, yan tarafta koltuğun üzerinde uyuyan annene baktım. Senin yorganını düzelttim, burnunu kapatmasın diye. Sırt üstü uyuyordun, başın sol tarafına bakıyordu. Kolların iki yana açıktı, ellerin de yumuk yumuk.

Çok güzeldin kızım.

Annen de çok güzeldi.

Sonra çıktım odandan. Montumu giydim evden de çıktım.

Sonra Ankara'dan çıktım. Ne kadar uzağa gitmişim değil mi kızım?

Sen hala uyuyormuşsun, az önce annen söyledi. Birazdan uyanırsın, annen sana benim yerime "günaydın" diyecek.

Günaydın Duru'm, günaydın güneşim...

Burnuma Geliveren Kokular

Demli çay ile somun ekmeğin maya kokusu geliyor bazen burnuma. Sıcak öğleden sonralarının huzuru, bütün mahallenin ve evimizin içinde sanki. Mutfağın salona açılan kapısının önüne, evin belki de en serin yerine serilmiş bir çul üstünde, yarın ne olacak derdi tasası olmadan yenilen pastalar, börekler, ekmeğe sürülen vişne reçelleri ve içilen beş çayları.

Babam çalışıyor, işyerinde. Biz ise evdeyiz, mutemelen yaz tatilindeyiz. Annem ve kardeşimle geçirdiğim zamanların kokusu geliyor burnuma; burnum sızlıyor.

Çocukluğumdan burnuma geliveren kokular işte.

Yarın dünden daha yakın.

Dün Bir...

Dün bir sene oldu.

2 şubat 2009 tarihinde Nazife hanım, bana dünyanın en güzel haberini verdi.

Macera başlayalı bir sene oldu yani. Duru'nun aramıza katılışının da dördüncü ayı bitti, aynı gün.

Zaman uçup gidiyor, arada sırada not düşmek lazım.
Not düşmek lazım uçup gittiğini.

Babalık Halleri - 2

Bir dostum var. Ara sıra, sık sık çıkan kısmın özetine ne zaman ek yapacağımı sorar durur. Sora sora Bağdat bulunurmuş derler. Bu lafı duymuş herhalde bir yerlerden. Ben ona "Suriye'yi aşma" dedim halbuki. Git-gel, Şam kaç saat şurada? Aceleye ne gerek var, bir yere mi yetişiyoruz üstat? Derken, az önce aradı, gitmiş gelmiş. O gidip geldiğini sanıyor, bilmiyor ki gitmiyoruz. Gittiğimiz zaman da gelemiyoruz. Böyle bir arafta bir arafta...

Bir dostum var. Kafası çok bozuk uzun zamandır. Günahlarıyla mücadeleyi bırakmış, bıraktığını söylemiş alenen. Alenenden duydum ben de. Somurtmak yasak demiş de, güldüm ben buna! Hesaplaşa hesaplaşa ne elde kalmış ne avuçta. Her hesapta kestiği küsüratları, bıraktığı para üstlerini bir kenara koysaydı...

-o-

Ölümü biliyoruz, öleceğiz muhakkak. Ne büyük servet, anlayana. Doymak imkansızken bir şeylere, yine de terk etmek mecburi.

Babalık da ölmeyi bilerek doymaksızın yaşamak gibi. Biliyorum, biraz büyüyecek, akıllanacak, sonra beğenmeyecek beni, uzaklaşmak isteyecek. Akşam yemekleri eksik yenecek, tatiller daha sessiz geçecek, eşyaların yerleri aynı kalacak, kıyafetlerse yirmi yıllık neredeyse...

Bunlar olacak. Bundan kaçış yok. Bir yandan bağlanmak bu kadar tekinsiz, bu kadar belli ki sonu bu filmin. Diğer yandan da hayat! Düşüvermek ne kadar kolay eğer bağlanmazsan, doya doya tüketmek istemezsen.

Yutkundum, şişti boğazımda koca bir yumru; büyüdü büyüdü... Sığmaz oldu başım boynumdaki yuvasına. Sen yine de bildiğini yapacaksın, sana bunu öğreteceğimden biliyorum. Kendi kuyruğunu yiyen yılan misali, beni tüketeceğini bile bile.

Seni sevmekten, sana bağlanmaktan korkuyorum Duru. Sonunda beni bırakıp gideceğini biliyorum...

Sonunu bile bile, seni seviyorum kızım...

Bu Blog Kimin?

Blog kimin sorusunu soruyorum, kendime? Adını 2+1 koyup, rengi de pembe olunca sanki sadece Duru'ya ait olması gerekiyormuş gibi göründüğünü farkettim. Halbuki içimden geçen 2'ye ait olanların daha ön planda olması gerekliliğiydi. Hala öyle. Yine de +1'e ilişkin bilgiler de girmiyor değiliz, hatta bir dönem Duru'nun seyir defteri tadında gitti blog.

Yine öyle olmaya devam edecek. Seyir defteri şeklinden şikayetçi değilim. Yalnız görsel olarak eksik kalıyor; resim yüklemiyorum mesela. Bilinçli bir tercih. Çoğunlukla yazılı olacak bu seyir işi.

Bu bir proje aslında; daha önceki yazılardan birinde değindiğim bir konuya ilişkin bir çabalama. Çabalamanın iki ayağı var. Birincisi video kamera ile bana, Nazife'ye ve ailenin diğer üyelerine dair görsel malzeme toplamak. Böylelikle cismen neye benzediğimiz konusunda Duru bir fikir sahibi olabilecek. Belki de Duru'nun muhtemel kardeş(ler)i için de faydalı olacak bu.

Diğer ayak ise bu blog. Yazı ile duyguları anlatmak çok kolay olmasa da yazmak, kameraya konuşmaktan daha verimli. Bu açıdan yazmak işi, beni ve Nazife'yi ve etrafımızdaki diğer insanları aktarmada daha iyi bir yöntem olarak duruyor.

Bunları neden anlatıyorum? Birincisi Duru buraları okuduğunda blogun ne işe yaradığını anlasın veya anlamasın diye. İkincisi Duru haricinde buralara takılan başka ziyaretçiler olduğunu biliyorum, ve bazen çok özele girmemden dolayı onları rahatsız edebileceğimi düşünüyorum. Bazen bu blog bir günceye dönüşüyor, ama başı sonu belli olmayan günlerden bahseden bir günce. Çoğunlukla kişisel bir blog yazıyormuş gibiyim, ama aslında bir yandan da bunu istiyorum. Evet bu benim ve eğer isterse Nazife'nin ve eğer isteyip de yazabilirse Duru'nun şahsi blogudur, Duru'nun bunu da bilmesini isterim.

Bilip de anlamasını veya anlamamasını...