RSS

Çıkan Kısmın Özeti - 1

Ben Ankara'ya 5 Ekim 1999 tarihinde geldim.

Yaşım 18'di. Daha nisan ayında 18 yaşıma girmiştim. Kilom 70 yoktu. Saçlarım simsiyahtı ve oldukça gürdü. Sivilcelerim vardı tek tük, özellikle şakak kısmımda illa ki bir kaç tane olurdu. Çok uğraşmadığım için bir zaman sonra sönüp giderlerdi, yerlerinde siyah noktalar bırakarak.

Ben Adana'yı çok severdim. Sokaklarını, havasını, insanlarını... Adana'da gerimde bıraktıklarımı da çok severdim. Annemi, babamı, kardeşimi, ailemin diğer üyelerini... Belki de Adana'yı bu yüzden çok severdim. Belki de bu yüzden "Adanalıyım" derdim. Belki de onlar olmasaydı, onlar Adana ile bu denli birbirine olmasalardı benim için memleket dediğim şehir bir başkası olurdu. Belki de memleketim olmazdı. Dünya vatandaşıyım der, çıkardım işin içinden. Bu tip aidiyetleri basit bulurdum, yeni tanıştığım insanlara ikinci sorum "nerelisiniz" olmazdı.

Ben Ankara'ya geldiğimde yalnızdım. Ailem Adana'da kalmıştı. Peşimden gelmemişlerdi. Onlar da ben de farkındaydık, bu gidişin aslında gerçek bir kopuş olduğunun. Ben Adana'ya dönmeyecektim. Okul bitse de dönmeyecektim. Dönemezdim artık, gördüklerimden sonra, özgürce yıllarca yaşadıktan sonra dönemezdim geri. Bu, hayatın kanunu gibi bir şey olsa gerek. Bir defa çıktıysan artık ne geride kalanlar aynı kalıyor ne de giden aynı. Ayrıldıkta sonra tatillerde döndüğüm memleketim ne kadar da yabancı gibi bana. Yine beni bağrına basıyor ailem, ama tavırları tekrar gideceğim gerçeğinin etkisiyle daha değişik, bir yabancıyı ağırlar gibiler. Telefon görüşmelerimizde anlatılan ayrıntılar, yüz yüzeyken paylaşılan sıkıntılar azalıyor. Uzaktakinin, gurbettekinin omuzlarına daha fazla yük bindirmeme niyetidir bu. Uzaktakinin çaresizliğine çaresizlik eklememek isteğidir. Anlayışla karşılarım bunu. Yine de bir evlat olarak mesela, hala ben sıkıntılarımı annemle, babamla paylaşıyordum. Onların benim için düşündüğü inceliği onlara gösteremiyordum. Çünkü belli belirsiz bir kıskançlık duyuyordum belki, onlar hala sevdiğim Adana'dalardı, ben değildim. Şımarıklıktı belki anlattığım sıkıntılarım, ya da bir yavrunun ailesine sığınışıydı. Anlattıklarım çok şükür hayati sıkıntılar değildi. Aslında hayatımın hiç bir döneminde hayati sıkıntılar yaşamadım ben. Başımı beladan uzak tuttum. İyi birisi olmaya çalıştım, bunun gerektirdiği asgarileri yerine getirme gayretiyle. Belki de aileme dair en büyük inceliğimdi bu; onları üzmemek, üzmemeye çalışmak.

Bu uğraşımın kendi hayatıma müdahalesinin arttığı yerlerde kendi yolumu çizdim. Çizerken tuttuğum yol, genel olarak aileme ilişkin hislerim ile paralellik arzetti diyebilirim. Marjinalliğe asla kaymadım, ne hayat tarzımda ne de fikirlerimde. Bu işi bu kadar iyi götürdüğüme göre, bunun benim doğamda var olduğunu söyleyebilir, içimi rahatlatabilirim. Yapmadıklarım için çok hayıflandığım zamanlar oldu. Özellikle üniversite sonrası ardı ardına giriştiğim süreçlerden kaynaklı değişimler beni çok bunalttı. Yine de iyi atlattığımı, hayatımı genel standartlar çerçevesinde yoluna koyduğumu söyleyebilirim. "Yapamadım" dediklerimi değerlendirme hakkımı ise saklı tutuyorum.

Ben Ankara'ya geldiğimde yalnızdım. Kız arkadaşım yoktu. Bir şekilde olacak olanlar yaşanmış, çok önemsediğim bir ilişki sona ermişti. Lisedeki aşıklar evlilik hayali kurar mesela. Ben sevgililerimle hiç böyle bir hayal kurmadım. Çok sevgilim olmadı. Olması gereken sayıyı hiç bilemedim. Samimi arkadaşlarım da bu konuda bir istatistik tutturmama yardımcı olamadılar. Toplamda beş kişilik bir ekiptik. Beş erkektik, bir de kız vardı. Bir erkeğin çok fazla sayıda kız arkadaşı olmuştu, diğerlerinde ise hiç olan, neredeyse hiç olan, iki-üç tane olan vardı. Bu beş arkadaşın bir tanesi o kızı sevdi. Sonra o kızın bu beşin içerisindeki bir başka bir erkekle arasında geçen çeşitli durumlardan dolayı bu beşli kamplaştı, ikiye bölündü. Ama bunlar ben Ankara'ya geldikten sonra oldu. Şimdi ayrıntılarını hatırlamadığım bu olay, o zaman dallandı budaklandı. Ben bu beş kişi uğruna, lise yıllarının verdiği delilik desteğiyle ve genel olarak cesaret edebileceklerimi düşünerek başkaları için yapmayacağım bir çok şeyi yapardım, yapabilirdim. Cana kıyamazdım ama can acıtırdım mesela. Ama bu ekip dağıldı, kamplaştı. Ben de hiç istemediğim halde bir tarafa itildim. İtilişimin en büyük hareket noktası Ankara'da olmamdı, burada sorunlara yol açan arkadaşımla aynı şehirde okuyordum, onunla görüşüyordum. Sonunda onun "uydusu" olduğuma hükmedildi. İlk defa bu denli haksızlığa uğradığımı düşünüyordum, hala da düşüncelerim aynı.

Ankaraya geldiğimde yalnızdım demiştim. Kız arkadaşım yoktu. "Evet tamam, galiba ben aşık oldum" dediğim kız tarafından ikinci kez terk edilmiştim. Birincisi ben lise 1. sınıftaydı, canım acımıştı. Ama ikincisi artık 18 yaşında olan, şiir yazan, o yıllarda hayli asabi ve depresif olduğu söylenen beni hayli yaralamıştı, canım daha da çok yanmıştı. Bugün ilişkimdeki mutluluğumu o zaman çokça yanan canıma borçlu muyum? Bugünüme haksızlık edemem ama, açık yüreklilikle söyleyebilirim ki bugün bile aklıma gelir, içim yanar bazen. Olaylar başka türlü olsaydı, nasıl olurdu diye düşündüğü çok olur ya insanın. Benim için miladi bir anlamı var o terkedilişin. Doğrularıyla yanlışlarıyla bir insanın inşa süreci içerisindeki önemli karar anlarıdır o anlar. Bir tuğlanın konuluş biçimiyle bazen bina Pisa Kulesi gibi yatar da yatar bir yana, kalkamayana dek. Ya da bir derenin yatağının değişmesi gibi bundan sonra akan suyun her şeyi değişiktir çünkü farklı bir yataktan akmaktadır, farklı bir toprağı alıp alıp götürür.

Bu terkedilişte haksızlığa uğradığımı düşünmüyorum. Bu hissi bir olaydı, akıl ve fikir ile idam edilmedim. Belli ki "artık" sevilmiyordum ve bitti. Bu yüzden eski sevgililerim ile aram iyidir benim, hiçbirisiyle görüşmesem de aram iyidir. Bitirmeyi, kalkıp gitmeyi de bilirim.

Ben Ankara'ya gelmeden önce kendimce şiir yazardım. Lise aşklarının dağıttığı bünyenin dışa vurumuydu bunlar. Bu şiirleri defterlere, ajandalara temize çekerdim. Lisedeyken illa ki bir ajanda olurdu elimde, şimdi üniversitedeydim ve yine ajandalarım vardı elimde. O zaman ne kadar da değerlilerdi benim için. Ben ne kadar da güzel yazıyordum. Nereden buluyordum o sözcükleri, metaforları? Beni bu kadar bunaltacak ne olmuştu bana? Herkesin lisede şair olduğu gerçeğini gözardı etmiyorum elbette. Şimdi o dönemki yazdıklarımı değerlendiriyorum. Çok büyük çoğunluğu vasat, edebi bir değer -hadi haksızlık etmeyeyim; yüksek bir edebi değer- taşımayan hezeyanlarmış. Yine de Ankara'ya geldiğimde kendi yaptığım işler arasında defterime bir şeyler karalamanın önceliği vardı.

Ben Ankara'ya 05 Ekim 1999 senesinde geldim. O sene bin yıl bitti, yeni bir bin yıl başladı. Ve o sene gerçekten çok soğuk bir kış oldu. Kar haftalarca kalkmadı etraftan. Yollar vıcık vıcık çamur oldu. Ankara beyazken çok sempatik gelmişti. Okul da öyle. Her ne kadar dolmuşlarda, servislerde bir saat boyunca kampüse gitmenin eğlenceli bir tarafı yoktuysa da, benim gibi yeni bir hayata adım atanlarla bir arada olmak ilginç bir histi. Her taraf buram buram "yabancı"lık kokuyordu. Acaba kaçımız buraya adapte olup yeni hayatında başarılı olabilecekti?

İlk Sözler - 2

Duru'ya amcası ve teyzesinden de ilk sözler var...

Amcası Kemal Uçar:

Duru “Yeter” Uçar veya 06 no’lu Uçar

Sen daha doğmazdan önce hissettiklerimi söylemiştim ya… Senin gelmen ise o zamanki sözlerimin ne kadar doğru olduğunu anlattı bana sadece… Sen karşılıksız sevmek ne demek biliyor musun emmisi? Ben senin sayende 24 yaşımda öğrendim…

Ha şu da var ki beni diğer 1.derece akrabalarından ayıran en büyük özelliğim hafif laçka olmamdır yeğen. Bu sebeple yeter ulan bu duygusallık diyor ve ekliyorum: Gözüm üzerinde bak. Benden okey almadan mahalleden olsun, okuldan olsun herhangi bir (sözüm meclisten dışarı) hıyarla bir olayını duyum yakarım kızım. Bu ortamlarda en pis adamlardan biri olduğuma göre tecrübelerimden faydalanacaksın. Babana mümkün mertebe sorma, olayları içinden çıkılmaz hale getirmeyelim :) :)

Bundan önce “iyiki doğdun” dediğim herkesten özür diliyorum…
Sana kadar hiç bu kadar inanarak söylememişim…


Teyzesi Seda Başıbüyük:

Hızlı adımlarla servisin kapısından girdik dedenle.. Karşımda annem, yani senin anneannen bir odanın içine bakıyor.. Baktığı yöne bakıyoruz hemen, bi hemşire, bi bebeği giydirmeye çalışıyor.. Bebeğe bakıyorum, kara saçlarına bakıyorum, kolları ve bacaklarını çırpıyor, yüzüne bakıyorum hiçbi şeye benzemiyor, çenesinin titrediğini farkediyorum, odanın camı sesi geçirmiyor sanırım diye geçiyor aklımdan, çünkü ağlıyor olmalı karşımdaki minik elli, minik ayaklı, küçük titrek çeneli yaratık..:) Kendime geliyorum biraz sonra, yüzümdeki gülümsemeyi ve yanaklarımdan süzülen yaşları farkediyorum.. Neden ağladığımı bilemiyorum, ama annemin de aynı halde olduğunu görünce daha çok gülümsüyorum..

Seni ilk görüşüm böyle teyzecim.. Hiçbir şeyi ilk kez gördüğümde kendimi bu kadar mutlu hissettiğimi hatırlamıyorum.. Senin herhangi bir bebek olmadığını, bizim kanımızdan, canımızdan olduğunu kabullenmek, hep bizimle olacağına kanaat etmek biraz zamanımı aldı.. Ama şimdi sen hep varmışsın gibi hissediyorum ve ayrıca annenin karnında olduğunu öğrendiğimden beri dünyanın ilk teyzesiymişim gibi davranıyorum..

Bu sayfaları ne zaman okuyup anlayacaksın bilmiyorum.. Ama sevgi dolu kocaman bir ailen olduğunu, senin hiçbir zaman sevgisiz, mutsuz, yalnız kalamayacağını bilmelisin.. Duru'cum, aşkım, güzel meleğim, iyi ki geldin dünyamıza..

Seni hep sevecek teyzenden seni ve kendini anlatan birkaç satır bunlar sadece..



Bunu Söylemeliyim

Bunu söylemeliyim, aslında kendi kendime çok sık tekrarlıyorum bunu, hem içimden hem dışımdan.

Çok seviyorum seni Nazife. Şu kısacık, bir anlık hayat dedikleri yolda, o kadar mutluyum ki seninle yürümekten.

Duru kızı verdin bana. Ve bir sürü güzelliği yaşattın.

Dağ gibisin arkamda, en keskin kılıçsın elimde ve en sağlam zırhsın üstümde. Hele ki kalbimin üstünde...

Tanrıya en büyük şükrümsün Nazife... Şükrümsün...

İlk Sözler

Durunun gelişi ile kendisine blogdaki ilk sözleri iki dedesi, babaannesi, anneannesi, büyük ninesine bırakıyorum. Onların dediklerini aktaracağım.

Büyük ninesi Hanife Alpbudan;


Duru kızımı çok sevdim. Torunumdan torunum. Allah ömürlü etsin torunumu. Akıllı tahsilli bir kız olsun. Allah ömrünü başarılı etsin. Nenesinden ona bir hatıra olsun, daha başka ne diyeyim. Duru'mu gördüğüme şükrederim. Tombul kızım güzel kızım derim ona her zaman...

Dedesi Osman Uçar;


Altmış yaşında görebileceğim en güzel, en cici, en harika yaradılmışı gördüm. Belki ona çok uzun müddet dedelik yapamayacağım, belki o beni tanımadan ben bu dünyadan göçüp gideceğim ama inanıyorum ki kulağına söylediğim o güzel şeylerin hepsini başaracak. Beni yattığım yerde, öbür dünyada mutlu bahtiyar edecektir. Annesinin babasının mutlaka gururu olan bir kişi olacaktır. Onu hep sevdim hep seveceğim. Ömrü uzun, hayatı başarılarla mutluluklarla dolu olsun. Onu çok seviyorum. Bu güzelliğin devamını babasından ve annesinden rica ediyorum. Onları da doğacak olanları da çok seviyorum.

Babaannesi Sabriye Uçar;

Canım kızım.

Bugün 02 Ekim 2009. Kalp çarpıntıma bir yenisi eklendi. Fakat bu çok başka bi duygu. Saat 14:05, Ankara otobüsündeyim, telefonum çaldı. Amcan Kemal senin geldiğini söyledi. O an dünya durdu yavrum. Bağırmak istedim, ağzımı tuttum ve sessiz sessiz ağladım. Annen ve baban gibi güzel, sevgi ve saygı dolu ol şekerparem.
Babaannen.
Dedesi Selahattin Başıbüyük;

Hastanenin çocuk odasında sağa sola çevrilerek giydirilen bir bebek vardı. Dünyaya ağlayarak merhaba diyordu.

Anneannesi ile teyzesi camların arkasından hastane çocuk arabasındaki Duru'yu ıslak gözlerle izliyor. Heyecanla... Ben de tabii. Duru'yla tanışmamız, maddi anlamda, böyle oldu. Artık Türkiye'nin ve Dünya'nın nüfusuna bir kişi daha eklendi.
Anne ve babayı kutluyorum.
Tıpku adı gibi hayatının dupduru, bahtının ve yolunun açık olmasını diliyorum.

Duru'nun dedesi Selahattin
Anneannesi Sabriye Başıbüyük;


Duru kız! İlk göz ağrımın, ilk göz ağrısı!

Kızımın, hamile olduğunu öğrendiğim zaman duyduğum mutluluk hissi, Duru'nun doğduğunu duyduğumda had safhaya ulaştı. Tabii anne olarak bu süreçte çok fazla da korkularım, endişelerim oldu. Ama Duru kızı görünce bütün sıkıntıların yerini tatlı bir heyecan aldı.
Hoş geldin Duru kız! Uçar + Başıbüyük ailesinin ilk torunu. Yaşın uzun, talihin güzel olsun. Hayırlı bir evlat olmanı diliyorum.
Sevgiler........

Hoşgeldin Duru!


Geliyor Musun?

1 ekim günü öğleden sonra Nazife hanımın sancıları başladı. Başka emareler de oldu. Doktorumuz Onur bey bunların doğumun başlangıcı olduğunu söyledi bize.

Şimdi saat 01:13, günlerden 2 ekim 2009, cuma. Belki de kızımız bugün dünyaya gözlerini açacak.

Hastaneye henüz gitmedik. Kasılmaların, sancıların üç dakikada bir defa ve bir dakika boyunca sürmesini bekliyoruz.

Bekliyoruz...