RSS

Tavşan Duru !


Aslında koymayacaktım bloga, ama dayanamadım. İşte karşınızda Duru, hem de tavşan olanından.

Duru, bir fotomontaj üstadı olan dayısı Hüseyin Öncül'e teşekkür eder, yüzüne salyasını büyük bir keyifle sürmekten çekinmez.

Eline sağlık sevgili dayısı...

Taze Soğan

Düne dair bir not daha: Duru taze soğanın tadına baktı. Beğenmemezlik etmedi. Ağzından salyalar aka aka iki minicik dişiyle ısırdı da ısırdı. Sonra biraz da havuç tattı. Ama favorisi kesinlikle taze soğandı.

Elleri nesneleri kavramakta ustalaşıyor. Sıkıntı, nesneleri odaklayıp onları avuçlamakta. Ağır ağır elini yaklaştırıp kavrıyor. Yalnız bir kere kavrayınca süratle ağzına götürüyor. Bu safhada sürat açısından sıkınıtımız yok.

Dün akşam, büyüklerin dünyasına bir adım daha attı Duru kız.

Amcanın Doğum Günü

Bugün amcanın doğum günü Duru kızım.

Amcan doğdu. Ben dört yaşımdaydım. O henüz "günlüktü". Ben yıllanmış bir şarap edalarındaydım. O daha taze sıkılmış meyve suyuydu.

Sıkılmıştı, çünkü kundaklanmıştı sıkı sıkı. Kim olsa sıkılır. Ben de sıkılmadan izliyordum onu. Allah'ım ne küçük! Böyle sevdiğim bir o vardı, o kadar küçüklükten, bir de sen kızım.

Amcanı eve getirdiler, henüz ayakları büyümemişti, bacakları bir açıldığında dünyanın öbür ucuna uzanmıyordu henüz. O kadar küçüktü işte, kundağının içinde. Bir ayağının diğerine temas ettiği yer kadardı dünyadaki etki alanı. Ama etrafında bizler, o dünyanın atmosferi, ayı, güneşi oluvermiştik. Ne de çok sevinmiştik!

Kıskanmadım mı onu, acıtmadım mı bir yerlerini, bağırıp çağırmadım mı, haklı haksız, yerli yersiz... Ona çektirdiklerimin çok daha fazlalarına onun uğrunda katlanabileceğimi bilir mi?

Şimdi, hiç birisinin yeri yok. Çünkü yine ayrıldı yollarımız. Geçici olarak buluştuktan sonra üniversite yıllarımızda, tekrar ayrı ayrı yollar adımlanıyor artık.

Sevmek kızım, o denli zor ve acı verici bir iş işte. Hiç sevmeseydim amcanı böylesine, bu kadar da üzülmezdim belki. Üzülmezdim kolunu kırdığında, kafasını yardığında, sınavdan kötü not aldığında, yüreğini burktuklarında... Hayatını baştan kurduğunda, buradan uzakta...

Ben yıllanmış sirke, o ise daha kadife kaplı bir günlük. Neler yazacak kendine, neler yazılacak? Anahtarı nerede bu günlüğün? Anahtara ne gerek var, anahtar kullanamazki, O daha bir "günlük" .

O daha bir günlük bugün. Eve getirdiler, kucağıma verdiler. "Senin kardeşin" dediler. Kalbimin bir yerini de ona mühürlediler kızım.

Bizi birbirimize mühürlediler kızım...

Yaş Otuz, Ufuklar Uzak...

Bu yaşa gelip, hala hayatta seni neyin mutlu ettiğini bulamadıysan kabahat biraz da senin. Hiç triplere girme, isyankar ayaklara yatma. "Bana şunlar, bunlar sunulmadı" demek de beyhude. Ben dahil kimse yemez bu numaraları. Halbuki insan en kolay kendini kandırır. Yahu ben kendimi hiç kandıramadım ki! Hep kendi açıklarımı kendi yüzüme vurdum, durdum. İçimden yüzüme karşı. O denli sert ve tavizsiz. Bu yüzden açılamam ki güvenli limanlarımdan. Karada giden gemilerin kaptanı -hayır, havır kraft değil.

Şu üç boyutta, uzay-zaman dengesinin ayakları yere sağlam basan ortamında, bir-iki solucan deliği marifetiyle ve yılların maddi sonucu olarak -işgüçparasahibiolma- güzel, alımlı yerlere gidebildik de gidemeyenlere çok matah göründük. Her gidişin bir de dönüşü var, döndüğümüzde yine yeniden yenilen olduk.

Biz en çok De Gaulle'de yalnız kalmışız.

Çıkan Kısmın Özeti - 2

Biryerlerden, özellikle sevdiğin bir yerden uzakta olmak, hem acı hem tatlı. Acı kısımları çok yaşamadım, şükür. Tatlı kısımlar ise üniversite öğrenciliğinin huzurlu günleriydi. Başka öğrenciler sıkıntı içinde boğuşurken benim durumum iyiydi. Durumu benden de iyi olanlar çoktu, kötü olanlar da çoktu.

Demek ki ben ortalarda bir yerlerdeydim. Daha önce de demiştim, ya da dememiştim, genelde ortalarda gezindiğimi düşünürüm. Boyum, kilom, gelirim, zekam, kaabiliyetlerim... Hemen hemen hiç bir şeyin tam olarak uzmanı olmadım, olamadım. Gittim Kamu Yönetimi okudum. (Sonradan eklenen not: Bundan sonraki tespitlerim tamamen özneldir, öznesi ben olan bir örneklemi işaret eder, başkası için mutlaka farklıdır, falandır, filandır) Belki de okumama en elverişli bir bölümdü, çünkü her şeyden az bir miktar öğrenip öğrenip mezun olabilirdiniz. Sonunda "hiçbir şeyin efendisi" oluyordunuz. Hedeflediğiniz işe -eğer iyi bir devlet memurluğuysa bu- girebilmek için okulun bitmesini beklemeliydiniz, bitsin ki KPSS kurslarına yazılın ve bir sene kadar sağlam çalışıp, şansınızın ve elinizin kolunuzun uzunluğu ile istediğiniz yeri kazanın.

Oyunun kuralı bu. Ben isteseydim, oyunu bu kurala sadık kalarak kazanabilirdim. Sınav kazanamamak gibi bir sorunum yok. Oyunun kuralına dair bir sıkıntım da yok. Eğer hazırlansaydım, kazanırdım. Kadere, sisteme isyan eden, sonra da isyan ettiği sistemin içine girmeye çalışan bir tarafım yok. Eğer isyan etseydim, içine girmez, kenarında kalırdım.

Bunu tercih etmedim. Okulu bitirip askere gittim. Koşa koşa gittim, koşa koşa geldim. Böylece sıra iş bulmaya gelmişti. Onu da buldum. Nişanlanmıştım askere gitmeden. İş bulduktan bir süre sonra da evlendim. Annemle babamın muhabbet aralarında nişanlılık süresinin kısa tutulmasına dair ettikleri sözlere hak verdiğim halde şartlar Nazife'yle birbuçuk sene nişanlı kalmamıza zorladı bizi. İşin komiği annemle babam da uzun bir nişanlılık dönemi geçirmişler. O zaman zorluklar yaşayıp mı bana bu öğüdü verdiler, yoksa kendi yaşadıklarını unuttular da mı ahkam kestiler? İkinci şık neden bu kadar cazip geliyor?

Ortalardayım demiştim. Bu vasat, silik birisi olduğum anlamına gelmemeli. İnsan kendisini herkesten daha acımasız eleştirebilse de kendime bu haksızlığı yapamam. Güzel olduğunu düşündüğüm yönlerim, becerilerim var. Bunları anlatacak değilim. Bunları başkaları anlatsın. Kötü olanları anlatabilirim, keyfime bakar. Şimdi? Belki sonra. Aslında ortalarda bir yerde olduğum konusunu biraz daha deşebilirim.

Ortalarda, ortaların güvenli dünyasında yaşıyorum işte. Macerayı sevmem demiştim, demiş miydim? Akıl ve mantık dışı işlerimi çoğunlukla Hüseyin isimli arkadaşımın işbirliği ile gerçekleştirmişimdir. Kendisi haşarının önde gidenidir, aslında fırlama diyebileceğimiz, bu tanıma uyan birisidir. Belki de birisiydi demek daha doğru olacak, zira kendisi nicedir fırlamalık yapmıyor. Garip, o yapmayınca ben de yapmıyorum. İçimizdeki terör makinasını orataya çıkartan, o makinanın dişlilerini yağlayan, keskin yerlerini bileyleyen, gazını-benzinini koyan bir şeydi bu adam. Yaptıklarımızın, ettiklerimizin, kavgalarımızın, dövüşlerimizin müsebbibi demek çok ağır olur. Ama o olmasa bu kadar da olmazdı, bundan da şikayetçi değilim. Çocukluğun, ilk gençliğin en keyifli, adrenalinli muhabbetlerinde kendisi hep vardı. Belli ki orta yaşın merdivenlerine süratle tırmanırken o yine üzerine düşeni yerine getirecek. Ya merdiveni sallayacak, ben tırmanırken, ya üst basamaktayken kendini aşağıya, benim üzerime bırakacak, şaka bu ya. Ben taşırım onu, yeter ki bıraksın kendisini. Yine de öylesi bırakmaz kendisini. Sonunda benim de gülmeyeceğim bir şaka yapmaz o.

Ben ortalarda olarak, bir çok badirenin sınırlarını güvenli bir şekilde dolandım. Bizimkiler nasıl bir kod işlemişlerse ve nasıl bir şekilde beynime kazımışlarsa siyasi olana karşı hep mesafeli kalabildim. Yine de bizimkilerin ve bazı arkadaşlarımın yanında solda, bir çok arkadaşımın yanında sağda oluveriyorum. Bir anda yine ortaya geliveriyorum bir şekilde. Ortada olmanın böyle garip bir "yürütme" gücü var. Uçlarda olanları aynı hizaya getirmek zor olduğundan genelde direksiyonda "ortadakiler" oluyor. Buna uzlaşmacılar da diyebiliriz. Yine de bu insanlar iki uçtakilerin genelde sevmediği bir kesim. Çok şükür ki ortadakiler çok kalabalık.

Bu ifadeler çok muğlak kaçıyor bazen, çünkü çok geneller. Aslında bir şeyi genellemek onun daha rahat anlaşılması için yapılır, ama bir yandan da asıl anlatılmak isteneni muğlaklaştırıyor, aslından saptırıyor. Siz griyi anlatmak istiyorsunuz, açık siyah, ya da koyu beyaz dediğiniz anda artık gri beyazın veya siyahın bir türevi oluyor. Onlara ilişkin genellemeler artık gri için de geçerli oluyor. Siyahsevmezler için de beyazsevmezler için de sevilmeyen bir renksiniz artık. Kolaylıklar dilerim.

Benim ortalarda olmamın sebeplerinden birisi de etrafımdaki insanların uçlara yakın olmasıdır. İşte net bir saptama. Ya onlarla aynı fikirde olmamaktan, ya da aralarında anlamlı bir denge tutturmak kaygısı ile kendimi ortaya itmişim. Şimdi görebiliyorum bunu. Gördüm diye, bundan sonra bir değişiklik olacak mı tavırlarımda? Sanmam. Olsa olsa kendimi daha az üzerim. Teraziye bir kefe daha eklemeye çalışıyorum. Üçüncü kefeye kendi keyfimi, mutluluğumu koyuyorum. Bu üçüncü kefe ağır gelmese de diğerlerini dengelese olur. Ağır gelse fena olmaz. Aslında belki biraz ağır gitse, artık hep ağır gelmesini isteyeceğim. Bu da iyi değil. Ben henüz kefeyi daha yeni yeni monte etmeye çalışıyorum. Montaj esnasında diğer kefeleri ihmal ediyorum. Bunu da biliyorum.

Ortalardayım. Yukarı ile maddi bağlarım, aşağı ile manevi bağlarım kuvvetli. Bu beni nereye götürür?

Terazinin kefelerindekiler için daha sonra devam ederim. Onları kolayca es geçmemek gerekli. Nelerden bahsedeceğimi, bahsetmem gerektiğini, bahsetmemem gerekenleri bilmiyorum şu an.

Ha, bu bir taahhüt değil. Keyfimin kahyasıyım burada.

Duru'lu Günler

Nasıldır bilemiyorum. Hafta sonları uzun uzun uyuyorum, zorunluluktan, yorgunluktan. Öğleye doğru kalkıp karnımı doyurma telaşına giriyorum. Bu günlerde omlet üzerine kendimi geliştirmekle meşgulüm. Etrafımdakiler bu işten mutlular sanırım. Taze sıkılmış portakal suyu ne güzel bir dostudur uzun kahvaltıların.

Duru'lu günleri bilemiyorum. Hafta sonlarını farklı bir şeyler yapma telaşı ile dolduruyorum, el yordamıyla, kıra döke, hoyratça... Nazife ile, Duru ile beraberim elbette ama hafta sonu işte. Bir şeyler yapmalı, haftanın yorgunluğunu atmalı veya haftaya yorgunluk eklemeli, pazar gecesi yatağa girene kadar.

Duru'lu günleri en iyi anneannesi ve dedesi biliyor, ben bilemiyorum. Artık Nazife de çok iyi bilemeyecek. Çalışan anneler, babalar; bir de onlarsız büyüyen çocuklar...

Her akşam değişmiş geliyor gözüme. Bir de çok güzel kokuyor. Özellikle gıdısından kokluyorum onu. Bir kaç ay sonra karşılıklı sohbet etmeye de başlayacağız. Şimdilik hala etrafına şaşkın şaşkın bakıyor, eline her geçirdiğini de ağzına sokuyor. Üst damakta bir karıncalanma var ne zamandır. Kaşlarını çatıyor bazen, özellikle bir şeyi elleriyle sıkıca kavradığında.

İleride acı kuvvetiyle un ufak edecek, eline geçireceğini.

Biliyorum bunu.

kızımız hızla büyüyor...

kızımız hızla büyüyor, ikinci dişi de bugün belirginleşti diğerinin hemen yanında. yani artık fiziksel olarak da ben katı mamaya geçmeye hazırlanıyorum demeye başladı. babası adana'dan gelirken babaannesinin aldığı mama kaşığı, çatalı, tabakları ve suluktan oluşan setini de getirdi. artık altıncı ayımızı bitirmeye yaklaşırken kendimizi mamaya da hazırlıyoruz.

duru'ya yediğimiz yemeklerin suyundan, püresinden vs. vererek tadına baktırıyoruz, teyzesinin yapmamamızı söylemesine rağmen:). bugün de muzun tadına baktırmak istedim. hanımefendi önce iştahla atladı muza ama tadını alınca surat ifadesi öyle değişti ki, hemen dili ile dışarı itti muzu. ekşimiş(ama bence yine şirin) ifadeyle baktı yüzüme:) hayret ailede muz sevmeyen de yok ama(!). babasına mı çekmiş nedir? önümüzdeki günlerde yine muz tattırma girişiminde bulunacağım, bakalım o zaman ne tepki verecek?

duru hanım bir süredir kendi kendine biberonu ile sütünü içiyordu zaten, bugün bunu kayda aldık, kendisi izleyip gülümsesin diye.

bu aralar meydana gelen gelişmeler bunlardan ibaret. yeni şeyleri yine aktaracağım (z).

büyü, biz de gideceğiz...

baban adanaya doğru yol alıyor şu anda, demirsporun maçını izlemeye gidiyor. babaanneni, dedeni, amcaları, halayı , kuzenleri vs vs kısaca aileyi de görecek. onlara senden bahsedecek çünkü hayatımızın orta yerine öyle bir oturdun ki herkese her sözün arasında senden bahseder olduk. öyle anlatılası birşeysin ki bizim için senden bahsederken insanları sıkma ihtimalimiz dahi aklımıza gelmez oldu. laf aramızda iyi ki de oldu.
ne diyordum, baban adanaya gidiyor. maç izleyecek. sen gelmezden evvel babanla beraber giderdik maçlara, yine gideceğiz, sadece ufak bir ara verdik. üstelik seninle birlikte gideceğiz. sen de istersen elbet. istersin değil mi kızım. gözümüzdeki heyecanı görünce, içimizdeki sevgiyi anlayınca sen de istersin değil mi? sen de hissedersin bizim hissettiklerimizi. yoksa etkilemiş mi oluyorum(z) seni. yok yok sen zaten anlarsın bizi. sen de seversin bu hissi.
bekleyip görmek lazım, biraz daha sabır lazım. ama aslında tek birşey lazım: sevmek lazım!

bloga yazı yazamamaktan şikayetçiyim. sakın ha bunun size vakit ayırmadığımdan kaynaklandığını düşünmeyin. tüm vaktim sizinle geçiyor; kalan kısımda ise (fazla bir kısım kalmasa da) fırsat yaratamıyorum. bundan böyle kısa kısa notlar almaya çalışacağım yazı yazmak yerine, hiçbirşey yazamamaktansa. hemen notumu düşeyim de yanına geleyim o zaman, çünkü huzursuzlanmaya başladın. bu fotoğraf, babanın dişini farkettiği an'a dair.
evet minik kuzumuz; beklenen şekilde alt sağ tavşan dişin çıktı:)

Günaydın Duru

Sen uyuyordun, ben geldim odana. Sana baktım, yan tarafta koltuğun üzerinde uyuyan annene baktım. Senin yorganını düzelttim, burnunu kapatmasın diye. Sırt üstü uyuyordun, başın sol tarafına bakıyordu. Kolların iki yana açıktı, ellerin de yumuk yumuk.

Çok güzeldin kızım.

Annen de çok güzeldi.

Sonra çıktım odandan. Montumu giydim evden de çıktım.

Sonra Ankara'dan çıktım. Ne kadar uzağa gitmişim değil mi kızım?

Sen hala uyuyormuşsun, az önce annen söyledi. Birazdan uyanırsın, annen sana benim yerime "günaydın" diyecek.

Günaydın Duru'm, günaydın güneşim...

Burnuma Geliveren Kokular

Demli çay ile somun ekmeğin maya kokusu geliyor bazen burnuma. Sıcak öğleden sonralarının huzuru, bütün mahallenin ve evimizin içinde sanki. Mutfağın salona açılan kapısının önüne, evin belki de en serin yerine serilmiş bir çul üstünde, yarın ne olacak derdi tasası olmadan yenilen pastalar, börekler, ekmeğe sürülen vişne reçelleri ve içilen beş çayları.

Babam çalışıyor, işyerinde. Biz ise evdeyiz, mutemelen yaz tatilindeyiz. Annem ve kardeşimle geçirdiğim zamanların kokusu geliyor burnuma; burnum sızlıyor.

Çocukluğumdan burnuma geliveren kokular işte.

Yarın dünden daha yakın.