RSS

İki Ay Sonra

Duru geldi.

Ama ne geldi.

2 ekimden bu güne iki ayı devirdik. Bu iki ay içerisinde neler oldu. Aklıma gelenelere kısa kısa değineyim:

-İlk günlerde annesini emme konusunda sıkıntıları oldu, çünkü emmeyi bilmiyordu. İç güdüsel olarak memeye hamle yapıyordu ama kendini geliştirmesi gerekti ve bir ölçüye kadar bunu başardı. Şu anda hala profesyonel bir emici değil ama gün be gün emme yeteneğini artırıyor. Bir de şu açgözlü saldırışı olmasa daha az hava yutacak, daha çok süt emecek ama bunu kendisine anlatmaya çalıştığımızda bizi dinlemiyor. Sadece süt odaklı yaşıyor kendisi.

-Bebek sarılığı geçirdi. Hastaneye yatırmaya ve ışın vermeye gerek kalmadı. Anne sütünün yanı sıra doktorun talimatıyla mama verdik. Yoğun bir beslenmeye tabi tuttuk. Birkaç gün içinde rengi düzelmeye başladı.

-İlk doğduğunda kırmızıya çalıyordu rengi. Sonradan sarılık nedeniyle sarıydı. Şimdilerde ise normal bir ten rengine kavuştu. Çok ağladığında tekrar kızarıyor. İki göz kapağının üstünde de doğum lekeleri var. Bunlar hafif kırmızımsı lekeler. Birisi normal zamanlarda da farkedilebiliyor, gözleri kapalıyken özellikle. Ama eğer yoğun ağlama durumu söz konusuysa vücudun, suratın kızarması ile birlikte ikisi de daha da görünür oluyorlar. Bence çok güzeller, ama kızımın ağlamamasını tercih ederim tabi.

-Doğuştan gelen minicik yağ bezelerimiz vardı yüzümüzde. Bunlar hala var. Ancak Duru'nun yüzünün büyümesinden midir bilemiyorum, daha az göze batıyorlar. Zamanla yok olacaklarmış.

-Doğduğunda saçları siyah ve gürdü. Ayrıca sırtında da babasından daha çok siyah tüyü vardı. Saçlar seyreldi ve kahverengiye döndü. Böylece ultrasonlardan türettiğimiz saç yapısının bana çekmesi kehaneti yerle bir oldu. Direk Nazife'nin saçı. Yapısı da benziyor; pırasa püskülü olarak nitelendiriyoruz. Yalnız sırttaki siyah tüylerimiz gitmedi, kaldı. Babası olarak bir keyifliyim ki sormayın gitsin. Kimseler beğenmesin Duru'mu, bana kalsın o. Ben onu tüylü tüylü, ayıcık ayıcık severim zaten.

-Duru'nun hayat döngüsü şu şekilde, zaten hemen hemen her bebeğinki böyle: Emme, emme, gaz çıkarma (alt-üst), kaka yapma, emme, gaz çıkarma (alt-üst), uyuma... Uyku olayında sanki bana az uyuyor gibi geliyor ama sanırım sadece bana öyle geliyor.

-Onbeş gün öncesine kadar gülücüklere başladı. Tam da bayram dolayısı ile Adana'ya gitme arefesinde. Daha güldüğünün farkında değil, ama gülme hareketini öğrenme yolunda. Uykusunda gülerdi daha öncesinde. Şimdi uyanıkken, kendisi ile konuşulduğunda da gülüyor. Yalnız, karnı doymuş, gazı çıkmış olmalı, yoksa öncelikler bunlar oluyor.

-Ufak ufak ağlama harici ses çıkarmaya başladı. Dün, çıkardığı seslerin aynısını ben de çıkardığımda bana gülücük yaptı. Kısa bir süre sohbet ettik diyebiliriz. Muhabbetlerimiz ilerleyen günlerde artacakmış.

-Gözlerle takip yeteneği de bu günlerde belirgin bir şekilde arttı. İlk doğduğunda gördüğünden emin olamazken, bir ay sonrasında onbeş-yirmi santimetre kadar bir görme menziline ulaştığını farkettik. Şimdi ise fıldır fıldır bakıyor, özellikle canlı renkli nesneleri yarım metre meseafeye kadar gözleriyle takip ediyor. Henüz elleriyle hamle yapamıyor. Ben ellerinin hala kendisine ait olduğunun farkında olmadığını düşünüyorum. Yine de gelişme var, mesela emerken elleriyle memeyi tutmaya yelteniyor, bir ölçüde başarıyor bunu. Birkaç ay sonra eller tam randımana kavuşur sanırım. Ondan sonra yakaladığını ağzına götürme seansı var ki, işte o zaman güvenlik ile ilgili tedbirleri artırmak gerekecek.

-"Yarı kırk" gezmesini Deniz teyzesine, "kırk" çıkarma gezisini Neslihan teyzesine yaptı. Kırk günün sonunda doktorumuz Onur Karabacak amcasını da ziyaret ettik. Kendisi Duru'yu çok beğendi, doğum sürecindeki gibi, hiç bir probleminin olmadığını söyledi. Çok huzurlu bir bebek olduğunu, annesi ile benim aramızdaki huzurun, mutluluğun bebeğimize de geçtiğini söyledi. Sağolsun, iyi ki onun gibi bir doktora rastlamışız. Bebek sahibi olmak istediğimizi söylememizden, bebeğimizi kucağımıza aldığımız ana kadarki süreçlerde her zaman bilgisi ve tecrübesiyle şahane rehberliği için kendisine sonsuz teşekkürler. Ayrıca muayenehanedeki sağ kolu Gülşen hanımın da hakkını inkar edemeyiz. Güler yüzü ve yardımları için ona da teşekkürü borç biliyoruz Nazife hanımla.

-Şu sıralar yüz üstü yatırdığımızda ellerini koyup kafasını yukarı kaldırabiliyor. Ama çok uzun süre o şekilde kalamıyor, çünkü yoruluyor. Yine de iyi mücadele ediyor. Biraz inatçılığı var, pes etmiyor hemen. Hımbıl değil yani. Belki de bebekken herkes böyledir, sonradan hımbıllaşırız. Öyle birisi olmasın; enerjik, hareketli, mücadeleci, pes etmeyen birisi olsun. Bunları yaparken sevgi dolu olsun, nefretten uzak dursun istiyorum. İstediklerimi gerçekleştirmek için yapabileceklerim neler, bunu bilmiyorum.

Aslında tam da bir bilinmeze doğru gidiyoruz Nazife'yle. Ne olursa olsun, keyifli ve mutluluk dolu bir yolculuk bu...

Çıkan Kısmın Özeti - 1

Ben Ankara'ya 5 Ekim 1999 tarihinde geldim.

Yaşım 18'di. Daha nisan ayında 18 yaşıma girmiştim. Kilom 70 yoktu. Saçlarım simsiyahtı ve oldukça gürdü. Sivilcelerim vardı tek tük, özellikle şakak kısmımda illa ki bir kaç tane olurdu. Çok uğraşmadığım için bir zaman sonra sönüp giderlerdi, yerlerinde siyah noktalar bırakarak.

Ben Adana'yı çok severdim. Sokaklarını, havasını, insanlarını... Adana'da gerimde bıraktıklarımı da çok severdim. Annemi, babamı, kardeşimi, ailemin diğer üyelerini... Belki de Adana'yı bu yüzden çok severdim. Belki de bu yüzden "Adanalıyım" derdim. Belki de onlar olmasaydı, onlar Adana ile bu denli birbirine olmasalardı benim için memleket dediğim şehir bir başkası olurdu. Belki de memleketim olmazdı. Dünya vatandaşıyım der, çıkardım işin içinden. Bu tip aidiyetleri basit bulurdum, yeni tanıştığım insanlara ikinci sorum "nerelisiniz" olmazdı.

Ben Ankara'ya geldiğimde yalnızdım. Ailem Adana'da kalmıştı. Peşimden gelmemişlerdi. Onlar da ben de farkındaydık, bu gidişin aslında gerçek bir kopuş olduğunun. Ben Adana'ya dönmeyecektim. Okul bitse de dönmeyecektim. Dönemezdim artık, gördüklerimden sonra, özgürce yıllarca yaşadıktan sonra dönemezdim geri. Bu, hayatın kanunu gibi bir şey olsa gerek. Bir defa çıktıysan artık ne geride kalanlar aynı kalıyor ne de giden aynı. Ayrıldıkta sonra tatillerde döndüğüm memleketim ne kadar da yabancı gibi bana. Yine beni bağrına basıyor ailem, ama tavırları tekrar gideceğim gerçeğinin etkisiyle daha değişik, bir yabancıyı ağırlar gibiler. Telefon görüşmelerimizde anlatılan ayrıntılar, yüz yüzeyken paylaşılan sıkıntılar azalıyor. Uzaktakinin, gurbettekinin omuzlarına daha fazla yük bindirmeme niyetidir bu. Uzaktakinin çaresizliğine çaresizlik eklememek isteğidir. Anlayışla karşılarım bunu. Yine de bir evlat olarak mesela, hala ben sıkıntılarımı annemle, babamla paylaşıyordum. Onların benim için düşündüğü inceliği onlara gösteremiyordum. Çünkü belli belirsiz bir kıskançlık duyuyordum belki, onlar hala sevdiğim Adana'dalardı, ben değildim. Şımarıklıktı belki anlattığım sıkıntılarım, ya da bir yavrunun ailesine sığınışıydı. Anlattıklarım çok şükür hayati sıkıntılar değildi. Aslında hayatımın hiç bir döneminde hayati sıkıntılar yaşamadım ben. Başımı beladan uzak tuttum. İyi birisi olmaya çalıştım, bunun gerektirdiği asgarileri yerine getirme gayretiyle. Belki de aileme dair en büyük inceliğimdi bu; onları üzmemek, üzmemeye çalışmak.

Bu uğraşımın kendi hayatıma müdahalesinin arttığı yerlerde kendi yolumu çizdim. Çizerken tuttuğum yol, genel olarak aileme ilişkin hislerim ile paralellik arzetti diyebilirim. Marjinalliğe asla kaymadım, ne hayat tarzımda ne de fikirlerimde. Bu işi bu kadar iyi götürdüğüme göre, bunun benim doğamda var olduğunu söyleyebilir, içimi rahatlatabilirim. Yapmadıklarım için çok hayıflandığım zamanlar oldu. Özellikle üniversite sonrası ardı ardına giriştiğim süreçlerden kaynaklı değişimler beni çok bunalttı. Yine de iyi atlattığımı, hayatımı genel standartlar çerçevesinde yoluna koyduğumu söyleyebilirim. "Yapamadım" dediklerimi değerlendirme hakkımı ise saklı tutuyorum.

Ben Ankara'ya geldiğimde yalnızdım. Kız arkadaşım yoktu. Bir şekilde olacak olanlar yaşanmış, çok önemsediğim bir ilişki sona ermişti. Lisedeki aşıklar evlilik hayali kurar mesela. Ben sevgililerimle hiç böyle bir hayal kurmadım. Çok sevgilim olmadı. Olması gereken sayıyı hiç bilemedim. Samimi arkadaşlarım da bu konuda bir istatistik tutturmama yardımcı olamadılar. Toplamda beş kişilik bir ekiptik. Beş erkektik, bir de kız vardı. Bir erkeğin çok fazla sayıda kız arkadaşı olmuştu, diğerlerinde ise hiç olan, neredeyse hiç olan, iki-üç tane olan vardı. Bu beş arkadaşın bir tanesi o kızı sevdi. Sonra o kızın bu beşin içerisindeki bir başka bir erkekle arasında geçen çeşitli durumlardan dolayı bu beşli kamplaştı, ikiye bölündü. Ama bunlar ben Ankara'ya geldikten sonra oldu. Şimdi ayrıntılarını hatırlamadığım bu olay, o zaman dallandı budaklandı. Ben bu beş kişi uğruna, lise yıllarının verdiği delilik desteğiyle ve genel olarak cesaret edebileceklerimi düşünerek başkaları için yapmayacağım bir çok şeyi yapardım, yapabilirdim. Cana kıyamazdım ama can acıtırdım mesela. Ama bu ekip dağıldı, kamplaştı. Ben de hiç istemediğim halde bir tarafa itildim. İtilişimin en büyük hareket noktası Ankara'da olmamdı, burada sorunlara yol açan arkadaşımla aynı şehirde okuyordum, onunla görüşüyordum. Sonunda onun "uydusu" olduğuma hükmedildi. İlk defa bu denli haksızlığa uğradığımı düşünüyordum, hala da düşüncelerim aynı.

Ankaraya geldiğimde yalnızdım demiştim. Kız arkadaşım yoktu. "Evet tamam, galiba ben aşık oldum" dediğim kız tarafından ikinci kez terk edilmiştim. Birincisi ben lise 1. sınıftaydı, canım acımıştı. Ama ikincisi artık 18 yaşında olan, şiir yazan, o yıllarda hayli asabi ve depresif olduğu söylenen beni hayli yaralamıştı, canım daha da çok yanmıştı. Bugün ilişkimdeki mutluluğumu o zaman çokça yanan canıma borçlu muyum? Bugünüme haksızlık edemem ama, açık yüreklilikle söyleyebilirim ki bugün bile aklıma gelir, içim yanar bazen. Olaylar başka türlü olsaydı, nasıl olurdu diye düşündüğü çok olur ya insanın. Benim için miladi bir anlamı var o terkedilişin. Doğrularıyla yanlışlarıyla bir insanın inşa süreci içerisindeki önemli karar anlarıdır o anlar. Bir tuğlanın konuluş biçimiyle bazen bina Pisa Kulesi gibi yatar da yatar bir yana, kalkamayana dek. Ya da bir derenin yatağının değişmesi gibi bundan sonra akan suyun her şeyi değişiktir çünkü farklı bir yataktan akmaktadır, farklı bir toprağı alıp alıp götürür.

Bu terkedilişte haksızlığa uğradığımı düşünmüyorum. Bu hissi bir olaydı, akıl ve fikir ile idam edilmedim. Belli ki "artık" sevilmiyordum ve bitti. Bu yüzden eski sevgililerim ile aram iyidir benim, hiçbirisiyle görüşmesem de aram iyidir. Bitirmeyi, kalkıp gitmeyi de bilirim.

Ben Ankara'ya gelmeden önce kendimce şiir yazardım. Lise aşklarının dağıttığı bünyenin dışa vurumuydu bunlar. Bu şiirleri defterlere, ajandalara temize çekerdim. Lisedeyken illa ki bir ajanda olurdu elimde, şimdi üniversitedeydim ve yine ajandalarım vardı elimde. O zaman ne kadar da değerlilerdi benim için. Ben ne kadar da güzel yazıyordum. Nereden buluyordum o sözcükleri, metaforları? Beni bu kadar bunaltacak ne olmuştu bana? Herkesin lisede şair olduğu gerçeğini gözardı etmiyorum elbette. Şimdi o dönemki yazdıklarımı değerlendiriyorum. Çok büyük çoğunluğu vasat, edebi bir değer -hadi haksızlık etmeyeyim; yüksek bir edebi değer- taşımayan hezeyanlarmış. Yine de Ankara'ya geldiğimde kendi yaptığım işler arasında defterime bir şeyler karalamanın önceliği vardı.

Ben Ankara'ya 05 Ekim 1999 senesinde geldim. O sene bin yıl bitti, yeni bir bin yıl başladı. Ve o sene gerçekten çok soğuk bir kış oldu. Kar haftalarca kalkmadı etraftan. Yollar vıcık vıcık çamur oldu. Ankara beyazken çok sempatik gelmişti. Okul da öyle. Her ne kadar dolmuşlarda, servislerde bir saat boyunca kampüse gitmenin eğlenceli bir tarafı yoktuysa da, benim gibi yeni bir hayata adım atanlarla bir arada olmak ilginç bir histi. Her taraf buram buram "yabancı"lık kokuyordu. Acaba kaçımız buraya adapte olup yeni hayatında başarılı olabilecekti?

İlk Sözler - 2

Duru'ya amcası ve teyzesinden de ilk sözler var...

Amcası Kemal Uçar:

Duru “Yeter” Uçar veya 06 no’lu Uçar

Sen daha doğmazdan önce hissettiklerimi söylemiştim ya… Senin gelmen ise o zamanki sözlerimin ne kadar doğru olduğunu anlattı bana sadece… Sen karşılıksız sevmek ne demek biliyor musun emmisi? Ben senin sayende 24 yaşımda öğrendim…

Ha şu da var ki beni diğer 1.derece akrabalarından ayıran en büyük özelliğim hafif laçka olmamdır yeğen. Bu sebeple yeter ulan bu duygusallık diyor ve ekliyorum: Gözüm üzerinde bak. Benden okey almadan mahalleden olsun, okuldan olsun herhangi bir (sözüm meclisten dışarı) hıyarla bir olayını duyum yakarım kızım. Bu ortamlarda en pis adamlardan biri olduğuma göre tecrübelerimden faydalanacaksın. Babana mümkün mertebe sorma, olayları içinden çıkılmaz hale getirmeyelim :) :)

Bundan önce “iyiki doğdun” dediğim herkesten özür diliyorum…
Sana kadar hiç bu kadar inanarak söylememişim…


Teyzesi Seda Başıbüyük:

Hızlı adımlarla servisin kapısından girdik dedenle.. Karşımda annem, yani senin anneannen bir odanın içine bakıyor.. Baktığı yöne bakıyoruz hemen, bi hemşire, bi bebeği giydirmeye çalışıyor.. Bebeğe bakıyorum, kara saçlarına bakıyorum, kolları ve bacaklarını çırpıyor, yüzüne bakıyorum hiçbi şeye benzemiyor, çenesinin titrediğini farkediyorum, odanın camı sesi geçirmiyor sanırım diye geçiyor aklımdan, çünkü ağlıyor olmalı karşımdaki minik elli, minik ayaklı, küçük titrek çeneli yaratık..:) Kendime geliyorum biraz sonra, yüzümdeki gülümsemeyi ve yanaklarımdan süzülen yaşları farkediyorum.. Neden ağladığımı bilemiyorum, ama annemin de aynı halde olduğunu görünce daha çok gülümsüyorum..

Seni ilk görüşüm böyle teyzecim.. Hiçbir şeyi ilk kez gördüğümde kendimi bu kadar mutlu hissettiğimi hatırlamıyorum.. Senin herhangi bir bebek olmadığını, bizim kanımızdan, canımızdan olduğunu kabullenmek, hep bizimle olacağına kanaat etmek biraz zamanımı aldı.. Ama şimdi sen hep varmışsın gibi hissediyorum ve ayrıca annenin karnında olduğunu öğrendiğimden beri dünyanın ilk teyzesiymişim gibi davranıyorum..

Bu sayfaları ne zaman okuyup anlayacaksın bilmiyorum.. Ama sevgi dolu kocaman bir ailen olduğunu, senin hiçbir zaman sevgisiz, mutsuz, yalnız kalamayacağını bilmelisin.. Duru'cum, aşkım, güzel meleğim, iyi ki geldin dünyamıza..

Seni hep sevecek teyzenden seni ve kendini anlatan birkaç satır bunlar sadece..



Bunu Söylemeliyim

Bunu söylemeliyim, aslında kendi kendime çok sık tekrarlıyorum bunu, hem içimden hem dışımdan.

Çok seviyorum seni Nazife. Şu kısacık, bir anlık hayat dedikleri yolda, o kadar mutluyum ki seninle yürümekten.

Duru kızı verdin bana. Ve bir sürü güzelliği yaşattın.

Dağ gibisin arkamda, en keskin kılıçsın elimde ve en sağlam zırhsın üstümde. Hele ki kalbimin üstünde...

Tanrıya en büyük şükrümsün Nazife... Şükrümsün...

İlk Sözler

Durunun gelişi ile kendisine blogdaki ilk sözleri iki dedesi, babaannesi, anneannesi, büyük ninesine bırakıyorum. Onların dediklerini aktaracağım.

Büyük ninesi Hanife Alpbudan;


Duru kızımı çok sevdim. Torunumdan torunum. Allah ömürlü etsin torunumu. Akıllı tahsilli bir kız olsun. Allah ömrünü başarılı etsin. Nenesinden ona bir hatıra olsun, daha başka ne diyeyim. Duru'mu gördüğüme şükrederim. Tombul kızım güzel kızım derim ona her zaman...

Dedesi Osman Uçar;


Altmış yaşında görebileceğim en güzel, en cici, en harika yaradılmışı gördüm. Belki ona çok uzun müddet dedelik yapamayacağım, belki o beni tanımadan ben bu dünyadan göçüp gideceğim ama inanıyorum ki kulağına söylediğim o güzel şeylerin hepsini başaracak. Beni yattığım yerde, öbür dünyada mutlu bahtiyar edecektir. Annesinin babasının mutlaka gururu olan bir kişi olacaktır. Onu hep sevdim hep seveceğim. Ömrü uzun, hayatı başarılarla mutluluklarla dolu olsun. Onu çok seviyorum. Bu güzelliğin devamını babasından ve annesinden rica ediyorum. Onları da doğacak olanları da çok seviyorum.

Babaannesi Sabriye Uçar;

Canım kızım.

Bugün 02 Ekim 2009. Kalp çarpıntıma bir yenisi eklendi. Fakat bu çok başka bi duygu. Saat 14:05, Ankara otobüsündeyim, telefonum çaldı. Amcan Kemal senin geldiğini söyledi. O an dünya durdu yavrum. Bağırmak istedim, ağzımı tuttum ve sessiz sessiz ağladım. Annen ve baban gibi güzel, sevgi ve saygı dolu ol şekerparem.
Babaannen.
Dedesi Selahattin Başıbüyük;

Hastanenin çocuk odasında sağa sola çevrilerek giydirilen bir bebek vardı. Dünyaya ağlayarak merhaba diyordu.

Anneannesi ile teyzesi camların arkasından hastane çocuk arabasındaki Duru'yu ıslak gözlerle izliyor. Heyecanla... Ben de tabii. Duru'yla tanışmamız, maddi anlamda, böyle oldu. Artık Türkiye'nin ve Dünya'nın nüfusuna bir kişi daha eklendi.
Anne ve babayı kutluyorum.
Tıpku adı gibi hayatının dupduru, bahtının ve yolunun açık olmasını diliyorum.

Duru'nun dedesi Selahattin
Anneannesi Sabriye Başıbüyük;


Duru kız! İlk göz ağrımın, ilk göz ağrısı!

Kızımın, hamile olduğunu öğrendiğim zaman duyduğum mutluluk hissi, Duru'nun doğduğunu duyduğumda had safhaya ulaştı. Tabii anne olarak bu süreçte çok fazla da korkularım, endişelerim oldu. Ama Duru kızı görünce bütün sıkıntıların yerini tatlı bir heyecan aldı.
Hoş geldin Duru kız! Uçar + Başıbüyük ailesinin ilk torunu. Yaşın uzun, talihin güzel olsun. Hayırlı bir evlat olmanı diliyorum.
Sevgiler........

Hoşgeldin Duru!


Geliyor Musun?

1 ekim günü öğleden sonra Nazife hanımın sancıları başladı. Başka emareler de oldu. Doktorumuz Onur bey bunların doğumun başlangıcı olduğunu söyledi bize.

Şimdi saat 01:13, günlerden 2 ekim 2009, cuma. Belki de kızımız bugün dünyaya gözlerini açacak.

Hastaneye henüz gitmedik. Kasılmaların, sancıların üç dakikada bir defa ve bir dakika boyunca sürmesini bekliyoruz.

Bekliyoruz...

Sorumluluklar

Duru,

Sen sorumluluk nedir, bilir misin? Nasıl bir kelimedir, neye yarar, yenir mi içilir mi? Bilir misin?

Sorumluluk, sevgi ile iç içe olduğu zaman çok anlamlı geliyor. Sevgisiz sorumluluk biraz katı, sert, soğuk.

Şimdi ben seni seviyorum, sana karşı sorumluluk duyuyorum. Bana göre en güzeli...

Sevdiklerine karşı sorumlusun Duru. İşin bir yönü daha var ki, mantığı aynı: Seni sevenlere karşı da sorumlusun. Sen istediğin kadar kaçsan da, kaçınsan da, böyle bir yükün altına girmek istemesen de, işin içinde sevgi varsa, sorumluluk da vardır. Çünkü sevmek emek ister. Eğer emek vermezsen çok çabuk tüketir, bir kenara atarsın sevgiyi. Tatminsiz olursun, çoraklaşırsın.

Halbuki önce seversen, bir de emek emek yoğurursan sevgini, karşındakine karşı sorumluluk hisseder ve onu düşünürsen, gözetirsen yaptığın hareketlerde işte o zaman emek vermiş olursun, çabalamış olursun.

Sevgin anlam kazanır Duru.

Seni sevenlere karşı da sorumlusun, unutma kızım. Sorumlu kızım benim...

Ölüm - Doğum

Bir ölüm, bir de doğum bekliyorum şu sıralar. İkisi de canım, ikisi de göz nurum, emeğim.

İkisi de hatıralarım, ki en büyük servetimiz, mal varlığımız değil midir hatıralar?

Bu nasıl ikilem, nasıl çelişki? Hani büyük sözler ederler ya bazen, bazıları: Hayat böyle işte!

-o-

Saçlarımın duvara düşen gölgesinde beyaz telleri görmeyeceğimi ummam ne kadar safça!

Bayrama 10 Gün Var, Bugünü Saymazsak

Sevgili kızım, belki Kadir Gecesi doğacaksın, belki de Ramazan Bayramında. Belki bir kaç gün sonrasında. Bana, annene bayramları getiresin; evimize ışığı, mutluluğu doldurasın.

Akıllı, sağlıklı, neşeli olasın. Güzel huylu, güzel sözlü olasın. Güzelliğin sadece yüzde, bedende olmadığını bilesin.

Ananı, babanı, atanı tanıyasın. Dünyada eğer bir yerimiz varsa, o da ailemizin yanıdır. Aileni sevesin, büyüklerini sayasın, küçüklerini sevesin.

Aklıma durduk yere bunlar geldi kızım. Ha, bir de son olarak iki susasın, bir dinleyesin sevgili kızım benim...

Bu Ay Bitmeden

Artık hamileliğimizin son günlerine geldik. Bu ay içerisinde doğum gerçekleşecek, ama normal yolla ama sezeryanla. Nazife normal doğum istediği için işlerin normal süreci içinde gerçekleşmesini bekleyeceğiz. Yani sancıların sıklaşması, doğum sancısı halini alması ve hastaneye taşınma.

Eğer işler beklediğimiz gibi olmazsa, sezeryan bir zorunluluk haline gelirse doğum için yine de 1 ekimi bekleyeceğiz. Zira 40 haftanın sona erdiği tarih bu.

Bunca sıkıntımın arasında Duru gerçekten temiz, habersiz, dupduru ve ben gülümseyebilmek için onu bekler gibiyim. Bu durumda belki de ekime kadar somurtmaya devam edecek suratım, onu beklerken.

Oda

Duru'nun odası için süsleme malzemesi alındı geçtiğimiz günlerde. Neler var listede? Bordürler, çıkartmalar, perdeler... Çocuk odası kavramına ilişkin neler varsa işte. Çarşıda pazarda ilginç bir şeylere denk gelinirse daha da alınacak. Alınsın, süslensin kızımın odası.

Duvarları hareketlendirmek adına Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler konulu çıkartma alındı. Ayrıca bu karakterlerin yanı sıra sincabıdır, ağacıdır bilumum orman nesnesi de var bu setin içinde. Her ne kadar domatese benzese de meşhur zehirli elma unutulmamış.

Biz çocuk düşünmeden evvel o odayı çalışma odası olarak düşünmüştük. Evlendiğimizde kiracı olarak yerleştiğimiz ilk evimizde de odalardan birisi aynı işlevi görmüştü. Şimdi kendimize ait olan evimizde öncekinden bir oda eksik olduğumuz için çalışma odası iptal olmuş oldu. Kitaplıklarımızı minik holümüze aldık, bunlardan birisi Dr. Seda'ya gidecek sanırım. Açılan yere Adana'dan gelen yatağı kurduk. Büyükçe bir kanepemiz vardı, onu henüz kaldırmadık. Muhtemelen o kalacak, misafirler için.

Bu oda çalışma odası olarak dizayn edildiği için kitaplıkların yanı sıra kitaplıkların rengine uygun avize ile perde yerine jaluzi almıştık. Şimdi odanın sahibi değiştiğine göre artık avize ve perdeler de değişecek. Son duruma göre odanın çocuk odası olması için son aşama avize alımı. Bugün yarın o da hallolacak.

Duru ilk aylarda bizim odamızda kalacak, onun için geçici bir yatak dahi kuruldu. Sonra kendi yatağına geçecek, geçici yatak ise anneannesine gidecek. Böylece orada da bir yatağı olacak.

Lojistik ile ilgili haberlerimiz şimdilik bu kadar...

Uykudan Uyandıran İlk Sancı

Dün ilk kez uykumdan sancı ile uyandım, sanırım Duru hanım artık gelişinin sinyallerini alenen vermeye başladı. Bazen çabuk bazense çok yavaş geçmiş gibi geliyor hamilelik dönemim. Bu nedenle sanırım sancılara şaşırmam ya da sanki mevcut haftadan anlaşılmıyormuş gibi Duru'nun geleceği sancıyı gelişe dair sinyal olarak görmem. Her ne ise sonuçta hanımefendi geliyor ve gelişinin ilk sinyali de beni oldukça heyecanlandırdı...

Son Haftalarımın Özeti...

Fazla söze gerek yok sanırım, çizim herşeyi anlatıyor...



(http://www.gebelik.org/ sitesinden alıntıdır)

Nazo'nun Çilesi

Nazife hanımımın çilesi başladı. Aslında hamileliğin başlamasıyla çile resmen başlamıştı ama fiilen şu son bir hafta gerçekten olayların gerçek bir çileye doğru gittiğini bizlere gösterdi.

Nazife'nin göbeği gittikçe büyüyor. Bu zamana kadar bebeğin ölçülerindeki gelişme dışarıdan pek belli olmuyordu. Ama şimdi bebeğin kilosu hızla artıyor, artış da kendini göbeğin büyümesi şeklinde gösteriyor.

"Sancı" kavramıyla da tanıştık. Artık sancının ne olduğunu biliyoruz. Şimdi bir de "doğum sancısı" kaldı geriye. Katlanması zor bir ağrı/acı olduğuna eminim. Nazife'nin yüzünden çektiği sıkıntıyı okuyabiliyorum. Ama ne yazık ki elimden bir şey gelmiyor. Tek diyebildiğim fazla çalışmaması, yorulmaması üzerine. O da elinden geldiğince dinliyor beni. Ama henüz çalışması gerekiyormuş; bir belki de iki hafta kadar.

Göbeğinin büyümesi hareket kabiliyetini azaltıyor, bununla birlikte sancılar da artıyor. İşlerinin stresi, havanın sıcaklığı, geçim derdi derken hanımımın yüzü asılıyor. Neşelendirmeye çalışıyorum onu, güldürüyorum. Bazen o kadar çok gülüyor ki acaba doğumu tetikler mi diye korkuyorum. Susuyorum sonra. Ama dayanamıyoruz ikimiz de, gülüyoruz doyasıya.

Nazife'ye göre Duru, ben telefonla Nazife ile konuşurken konuşanın ben olduğunu hissediyormuş, debeleniyormuş. Bu bilimsel açıdan ispatı zor bir iddia olsa da duygusal olarak insanı mutlu etmeye yetiyor.

Bu aralar bir de hamilelikte sık karşılaşılan mikrobik bir olay ile karşı karşıyayız. Antibiyotik kullanmamız gerekiyormuş. Duru hanımın doktor teyzesi Seda şu sıralar çocuk acil servisinde staj yapmakta. Korkularımızın yersiz olduğu konusunda bizi ikna etti sağolsun. Ayrıca bir de Duru'nun Eda hanım adında henüz bir yaşını doldurmuş bir arkadaşı var. Annesi Esra da aynı tecrübeyi yaşadığını söyleyince daha bir rahatladı içimiz. Tedirginlik yaşamamız çok doğal, neyse ki şu ana kadar çok büyük bir sıkıntı ile karşılaşmadık. Umarım bundan sonra da öyle gider.

Evet, bu akşam saat 18:00'de doktor randevumuz var. Artık biz 36 haftalık hamileyiz. Olası bir doğumun prematüre sayılmayacağı döneme geldik. Yani doğum bugün bile gerçekleşse kızımız Allah'ın izni ile sağlıklı olarak hayatına devam edebilir. Yine de Nazife'nin aklında 38. hafta var.

Yoksa Nazife hanım Duru'nun bayram çocuğu olmasını mı istiyor, nedir? Hayırlısı...

Bazen

Bazen çok korkuyorum be kızım. Bir ürperti gelip üzerimden üzerimden geçiyor. Korkuyorum.

Nasıl geçecek şimdi bu ne zaman biteceği bilinmez süre? Şu ana kadar zaman ışık hızıyla aktı geçti, şimdi ise duruverdi duvardaki saat. Söylemiştim ama Nazife'ye bunun böyle olacağını.

Hep böyle oluyor, yaklaşınca vuslata zaman da yavaşlıyor.

Seni sağlıklı bir şekilde kucağıma alabilecek miyim? Anneni sağlıklı bir şekilde çıkarabilecek miyim hastaneden? İnsan çokça düşünüyor zaman yavaşladığında. Düşündükçe bunalıyor, bunaldıkça dönüyor kendi içine, içindeki çamura burgu burgu bulanıyor.

Perşembe günü doktor ne diyecek bakalım? "Korkacak bir şey yok" der misiniz sayın hocam?

İlk Rüya

Hayırdır inşallah.
Dün gece ilk defa kızımı rüyamda gördüm.
Nasıl gördüğümü anlatmayacağım, kimse kusura bakmasın.

Hayırdır inşallah.

Saklanılan Yer

Korktuğumuzda annemizin arkasına saklanırdık.

Arkasından, şöyle bacağının yanından kafamızı çıkarırdık yana. Korktuğumuz şey geçip gitmiş mi diye. Annemiz korurdu bizi ya, saklanıverirdik o dev cüssenin arkasına.

Halbuki o dev cüsseler aslında ne kadar da miniciklermiş. Zamanla ufaldı annelerimiz, koltukaltı ettik onları. Sarıldık, havaya kaldırdık, oynadık da oynadık onlarla, gıdıkladık, güldürdük o dev cüsseleri.

Annelerimiz ne kadar da miniciklermiş, ne kadar da kırılganlarmış aslında. Ne kadar da duygusallarmış. Göz yaşlarımızın bolluğu onlardan aldığımız genlerden mi yoksa?

-o-

Duru, annesinin arkasına değil ama içine, en içine saklanıyor bazen. Tam yerini ifade etmek gerekirse; sağ göğüskafesinin altına, ama sadece altı değil, aynı zamanda içine doğru da. En köşeye atıyor kendini, orada kendine güvenli bir yer bulmuş gibi.

Belki seslerden korkuyor, belki bazı başka şeylerden, ama son zamanlarda en sık uğradığı yer işte orası: Sağ göğüs kafesinin altı.

Annesi ona kocaman geliyor olmalı şimdi; içinde yüzdüğü deniz de sonsuz. Ta ki yüzemeyene kadar gezinip duracak. Sonra gün ışığı görmek isteyecek pörtlek gözleri.

-o-

Annesinin aslında minicik bir kadın olduğunu ne zaman anlayacak bakalım?

Saç

Duru hanım son ultrason görüntülerinde bizlere yeni bir özelliğini gösterdi: Saçlarını

Doğumuna iki aydan az bir zaman kaldı, şimdiden saçları seçilebiliyor - doktorumuzun yardımıyla tabii. İçinde yüzdüğü sıvıda dalgalanıyor incecik tüyler. Annesinin keltoş doğduğunu, benim ise sırma saçlı doğduğumu hesaba katarsak saçlara ilişkin genlerin kimden alındığı sanırım belli oluyor.

Annesi kızının saçlarının bana benzeme ihtimalinden dolayı mutluyken kendisine kaşlarımı hatırlattım, e bir de bıyık ve sakallarımı. Hormonel olarak Duru'dan sakal vs. beklemiyoruz ama kaşları kendisine zahmet verecek bu durumda. Ve tüm bu zahmetin arasında babasını bir güzel anacak, bir de babasından geçen odunsu genleri. Baltazar kızım benim...


Tren



Bak Duru kızım, bu tren.

Bizim trenimiz. Babanın, dedenin, dedenin babasının treni. Kara tren bu kızım.

Sen büyüdüğünde hiç olmayacak ortada, ben büyüdüğümde bile yoktu. Ama bize unutmak yakışır mı hiç? Unutmayacağız kızım, Demiryolu'nu da, Demiryolcu'yu da , Demirspor'u da...

Merak etme kızım, bilmiyorsun diye de üzülme. Uzun uzun anlatacağım sana, Demiryolcu'ların hikayelerini anlatacağım, türkülerini söyleyeceğim. Koca ve neşeli sesleriyle karanlık tünelleri nasıl aydınlattıklarını da anlatacağım, uzakları nasıl birbirine bağladıklarını da...

Bizi anlatacağım sana kızım... "Bizik" diyeceğim...



Yıkılıyor Duvarlar

Biz küçükken, 1980'leri hayal meyal hatırlarken, birden bire büyüdük. Gözümün önüne gelen en eski televizyon görüntüsü: Berlin Duvarı'nın yıkılışı.

İnsanlar iştahla, hırsla saldırdılar o duvara. Zaten duvarın bir tarafında artık duvar duvarlığını yitirmişti. Rengarenk grafitiler, yazılar vardı. Ciddiyeti-otoritesi diğer tarafta hüküm sürüyordu bu duvarın.

Duvarın renkli ve somurtan iki yüzü vardı.

İnsanların dışarıyla kendi aralarındaki duvarın da iki yüzü var. Biz bir tarafını biliyoruz, o tarafını görüyoruz çünkü. Oradan gördüğümüz kadarıyla insanlara notlar veriyoruz, değer veriyoruz. Diğer tarafıysa Ay'ın karanlık yüzü.

Kimse her önüne geleni dışardan karanlık görünen tarafa buyur etmez, etmemeli. Aslında insanın en sadık dostu da düşmanı da kendi içinde; duvarının karanlık tarafında yaşıyor.

Duvar, kiminde aşılmaz ve engin, kiminde daha şeffaf, değişiyor değişiyor.

Duvarlar yıkılıyor bu günlerde. İçeriye kabul edilenlerin yokluğu daha bir acıtıyor insanı. Halbuki ne değerlidir aslında içeri davet edilenler, edenler tarafından. Bir şekilde artık yok ise bu misafirler, kalıcı olamamışlarsa, gitmek zorundalarsa hem giden hem kalan için "ıstırap"tır artık yaşananın ismi.

Zaman iyileştirmez de, unutturur...

Güne başlarken...

Sabah oldu, yine 06:45 civarı alarmlar çaldı ve babayla birlikte güzel uykudan, zorla uyandık. Baba hazırlandı, anne babaya sandviçini hazırladı ve babayı işe gönderip onu tatlı tatlı çağıran uykusuna kaldığı yerden devam etti...
Duru kızdan önceki sabah telaşımıza dairdi bu yazdıklarım. Şimdi ise anne kah tuvalet ihtiyacından kah duru kızın tekmelerinden ötürü gece birkaç defa uyanır; özellikle sabaha karşı 6:00 civarı sık sık uyanır; alarmı bekler; kızı ancak müsaade ettiğinden bazen hemen alarm öncesi dalabildiği için alarmla değil ama babanın tıkırtısı ile kalkar; rutin hazırlıklar kısmı yine aynıdır; baba işe gider ama bu sefer annenin uykusu kaçmıştır. Anne oturup sabah haberlerini izler kızı ile; özellikle kızının annesinin karnında oluşturduğu gözle görülür dalgalanmalar eşliğinde. Aç içilen hapımız için beklemek durumunda kaldığımız bir saatin dolmasına ancak dayanabilerek; guruldayan mide ile, acele acele kahvaltı hazırlanıp gözü dönmüş şekilde afiyetle yenilir. İşte sabahlarımız artık böyle.
Sabahlarımı da değiştirdin kızım; hiç kimsenin, hiçbir koşulda ben istemedikten sonra bölemediği muhteşem uyku sevdamı da yıktın geçtin. Biliyorum daha çooook şeyler değiştireceksin yaşamımızda...

Baba Yorgun

Sevgili kızım Duru,

Sana bu satırları iş yerimden yazıyorum. İş yerimden dün akşam 00:30'da çıkabildiğim için çok da yorgunum. Öyle ki senin doğmana iki aydan az süre var ama ben daha şu geriye sayım sayacını hala tam anlamıyla çalıştıramadım. Uğraşıp düzeltecek vakit bulamadım. Senin "Duru" olduğun belli olmadan önce - yani sitenin fonu maviyken, merak etme eskiye dönecek - çalıştırdığım kodda bir sorun yoktu. Ne zaman maviden pembeye döndüm, sayaç da gitti. Yeni sayaç buldum internetten, ama html kodunun üzerinde oynama yapıp sitenin renklerine uygun hale getirmem gerekti. Bir ara güzel gitti, sonra o da bozuldu nedense. En kısa zamanda tekrar yapacağım.

"Uğraşma evlat baba yorgun", bir kamyon arkası yazısıdır. Bizim zamanımızda - bugün yani - kamyonların arkası yazı yazmak, mesaj vermek için kullanılırdı, konulan yük devrilmesin diye değil. Şoförün ruh halini ifade eden yazılardı bunlar kızım.

Eğer bu yazdıklarımı anlayacak yaşa gelmişsen daha ne isterim Allah'tan. Akıllı kızım benim...

Kuvvetli Atan Kalp

Nazife hanımımın kalbi çok kuvvetli atıyor bugünlerde. Duru hanımın minicik kalbi ile birleşti, iki kalp bir oldu sanki.

Bazen bakıyorum ona haberi olmadan. Şah damarı deli gibi yükseliyor, alçalıyor. Neredeyse sesi bana kadar gelecekmiş gibi kalp atışlarının.

Zaten kuvvetli bir kalbi vardı Nazife hanımın, şimdi daha da kuvvetli. Anne oluyor işte. Dünyanın en narin ama en kuvvetli yüreği oluyor.

Duru hanımın kalbi, annesinin kalbi ile atıyor şimdilik. Annesinin kalbi ise benimle...
32. haftaya geldik Duru hatun ile ve artık zamanı geldi diye düşünerek başladık hazırlıklara. Evimize beşiği, kıyafetleri, battaniyesi geldi; odası düzenlenmeye başlandı. Artık kızımızın geleceği zamanı iple çeker olduk, zaman çabucak geçsin de gelsin istiyoruz.
Hissiyatımız da değişti tabi. Artık daha bir farkındayız anne-baba olacağımızın. Heyecanımız gitgide artıyor. Minicik kıyafetlerine bakıyoruz, gözlerimiz doluyor. Ben hamilelik ile hormonlarımın değişiminden ötürü iyice ağlar gezer oldum zaten, mustafa bey de önceden olduğu gibi benim hissettiklerimi aynen hissettiğinden ötürü benzer durumda. Duygusal duygusal geçiriyoruz zamanı.
Artık kızımızın hareketlerini fazlasıyla hisseder oldum, uykumdan uyanacak kadar. Hatta geçen sabah mustafa bey ile kızımızla konuşurken öyle bir tekme attı ki hanımefendi babasını bile korkuttu. Hareketlerini bir süre daha böyle şiddetli hissedecekmişim ta ki yeri iyice azalıp rahat hareket edemez duruma gelene kadar. Rutin olarak akşamları 21:00-21:30 gibi hareketleri çok çok belirginleşiyor, yatarken de devam ediyor, ara ara şiddeti azaldığında uykuya dalıyorum. Eğer şiddetli bir tekme yemezsem tabi ki:)
Bu hafta sonu kontrolümüz var, bakalım neler söyleyecek doktorumuz. Sabırsızlıkla randevuyu bekliyoruz. Umarım yine güzel şeyler duyarız kızımız için...

İlk Alışveriş

Duru hanım için seferber olundu bu hafta. Önce annesi, anneannesi, teyzesi, annesinin kuzeni ve Eylül hanım 1.Ulus seferine çıktılar. Çıkrıkçılar yokuşu adımlandı, dükkanlar muhasara edildi. Birçok göndere kredi kartı sliplerimiz çekildi.

Cumartesi günü de bu sefer anne, babaanne, dededen müteşekkil hazır kuvvetlerimiz 2.Ulus seferine çıktılar. Malum mevsim yaz, "akın" mevsimi. Duru Hatun için ganimetler elde edildi. Birinci seferde kendisine taht alındı, değerli kumaşlardan kıyafetler alındı. İkinci seferde alınan kıyafetlerin sayısı arttı. Ayrıca bir de battaniye göze çarpıyordu alınanlar arasında.

Duru Hatun çok yaşa!!!

Dün

Dün ilk kez Nazife'nin yüzünde acıyla karışık korkuyu bu kadar net hissettim. Karnında, karnının altında ve kasıklarında bütün gün ağrı ile dolaşmış durmuş. İş hayatına belli ki bir kaç hafta içinde ara verecek. Süreç şimdi daha ciddi bir yola girdi. Bir de şu meşhur "8 aylık" mevzuu var. 7 aylıkken doğanlar yaşıyor ama 8 aylıklar için durum daha kiritik-miş. Bilimsel bir veri miydi bu, nerede okumuştuk? Bir yanımız bilimselde, bir yanımız hurafelerde, dedikodularda ve vesveselerde.

Kötüyü anmayalım, kötüyü çağırmayalım.

Nazife belki şu an farkıda değil - ya da farkında ama yakında farkında olamayacak kadar meşgul olacak kendisiyle - ama ben HER ZAMAN onun yanında olacağım. İyi gününde de kötü gününde de.

Benim de olayım bu işte, günlerin bekçisiyim ben. Nazifemin günlerinin bekçisiyim...

Gel Be Kızım...

Çirkin kızım, patates kızım, tekmeci-karateci kızım, şimdiden Adana Demirsporlu kızım. Gel be kızım...

Henüz doğmadan, hiç görmeden özledim seni.

Anneni kıskandırmak pahasına;

çok sevdim ben seni...

Vuruyor Da Vuruyor

Bazen Duru'nun annesine büyük eziyeti oluyor. Vurdukça vuruyor, dönüyor, durmuyor. Artık annesi ne yiyorsa, nasıl bir enerji biriktirdiyse içerde, hanımefendi...

Geçenlerde sinemaya gitmişler, ben bir haftalığına yoktum ya, işte o sıra. Yüksek gürültülü bir aksiyon filminin tanıtımı esnasında Duru hanım kişisel hareketlilik rekorunu alt üst etmiş. Çok rahatsız olduğunu düşündük, ondan huzursuzluk yaptığını.

Ya da düşük bir ihtimal daha var: Yüksek dozda gürültüden hoşlanması. Bunu zaman gösterecek. Ben prensipte eve davul seti almaya karşıyım. Yan flüt? Belki. Artık gürültüye ilişkin tahammül sınırlarım da değişmeye başlamışken -aşağı doğru- sakin ortamımı terörize etmeye kararlı bir Duru hanımla neylerim ben? Bunu da zaman gösterecek.

İple çekiyorum o zamanı.

Geldim!

Salı sabahı saat 08:00'de Ankara topraklarına ayak bastım.

İş yerinde çok yoğun bir dönemin tam içine düştüm. Daha saatler öncesinde bulutların üstündeyken, şimdi faturaların, kağıtların, direktiflerin, planların, bilgisayar ekranlarının önünde-içinde-dibindeyim.

Neyse ki Nazife var, Duru var. Sesleri neşe veren, güven veren dostlar, arkadaşlar var... Ankara daha yaşanabilir bir yer oluyor böylece.

Artıları eksilerinden kat kat fazla Ankara'nın. Demek ki "hoşgeldim" ben.

Nasıldılar?

Ben daha bebekken, çocukken annem, babam nasıldılar? Yüzleri, sesleri, kıyafetleri, tavırları, davranışları nasıldı? Neşeli miydiler, melankolik mi takılırlardı?

Bugünkü gibi olmadıklarına eminim. Genel olarak bazı belli başlı özellikleri değişmemiştir belki, espri anlayışları gibi. Ama yine de insan durmadan değişiyor, biraz içsel sebeplerle, çokça dışsal sebeplerle. En basitinden kıyafetler değişiyor, beğeniler değişiyor.

Annem, babam tam şu anda, benim yaşımın 28 olduğu şu günlerde nasıldılar? Mesela 28 yaşındaki babam ile yan yana gelebilsem anlaşabilir miydim onunla? Beraber gezip tozabilir miydik, yoksa başka dünyaların mı insanları olurduk?

Böyle bir merak içindeyim. Eski fotoğraflar tatmin etmiyor beni. Siyah-beyaz olmaları bir yana, cansızlar; ses, hareket, mimik yok. O yıllardaki insana dair, görüntüsünden başka bir şey yok. Bundan dolayı anlayamıyorum, bu kadın-adam ne yer, ne içer, ne konuşur, ses tonu nasıldır, neye güler, neyden üzüntü duyar...

Keşke diyorum, keşke video görüntüleri olsaydı. En azından onları tahayyülde daha başarılı olabilirdim.

Sırf bu yüzden, bundan 28 sene sonra, benim kızımın da benimle aynı merakları paylaşabilme ihtimalinden dolayı bir video kamera edindim, Neslihan sağolsun. Şimdi Nazife'nin tüm ultrason görüntüleri kayıtlı. Bunun yanı sıra bizlerin de 28 yaşındaki hallerimizi kayıt altına alıyorum.

Kendi fotoğraflarıma dönüp dönüp bakmam, bundan sıkıntı duyarım biraz. Geri gelmeyecek anlar olmalarından ötürü dertlendirirler beni, melankolik bir havaya sokarlar. Ama bu video ile gelecekte izlenecek bir belgesel oluşturuyorum denebilir.

Annesi - Amcası


Bu resmi çok seviyorum. Objelerimiz makinanın biraz azizliğine uğramışlar, hafif kaykılmışlar ama verdikleri poz ve yüz ifadeleri şahane. Mekan oto tamircisi, az ötede bizim emektar arabanın kırık olan egzost borusu idareten tamir ediliyor. Hacettepe bahar şenliklerine gidiyorduk o esnada.

"Biz gergin insanız arkadaş! Ona göre" der gibiler.

Gurbetin De Gurbeti

Bu hafta sonu İtalya'ya gidiyorum. Orada "Irkçılığa Karşı Dünya Kupası" adında bir futbol turnuvasına-festivaline katılacağım. Bir hafta kadar yokum yani.

E ben ne yapacağım o bir haftada, Nazife hanımı görmeden, Duru fasulyemi görmeden? Daha annesinin karnında da olsa, ultrason haricinde hiç görmemiş olsam da, şimdiden -daha gitmeden- bebeğimi özlüyorum.

Doktor randevumuz cumartesi günü. Gitmeden önce son bir kez daha göreyim bari. Bakayım son gördüğümden beri büyümüş mü, serpilmiş mi? En son hali 800 gram civarıydı. Boyu konusunda ise spekülasyonlar var.

Yüzünün annesine benzediğini düşünüyorum. En azından burnu bende o düşünceyi doğurdu. Oncacık fasulyenin burnunu nasıl benzettin derseniz, orası da benim üstün gözlem yeteneğimin bir sonucu olsun artık.

Kız!!!

Kızımız olacak!!!

Blogun görünümünü şimdilik değiştirdim. Şimdilik diyorum, çünkü kız da olsa bizim hayatımızın fon rengi olan mavi ile büyüyecek. Şimdilik pembe olarak devam etsin bakalım...

Adı ne olacak diye sorarsanız;

DURU !

Yine bir randevu yeni bir heyecan...


Son yazıyı yazalı bir ayı geçmiş, bugün randevumuz var yine bu nedenle en azından birkaç satır gireyim istedim. Geçen yazıda o doktor randevumuzda fasulyemizin cinsiyetini öğrenme ihtimalimizden bahsetmiştim. Ancak ne yazık ki doktorumuz tam olarak anlaşılamadığını, en isabetli tahminlerin 20-22. haftada yapılabileceğini söyledi. Şu anda da 22. hafta içerisindeyiz. Bakalım fasulyemiz hanımefendi miymiş yoksa beyefendi mi? Bir de bugün fasulyemiz ayrıntılı ultrasonogrofi ile incelenecek. Farklı görüntüler ile karşılaşacağım için de heyecanlıyım bu randevuda.

Belirtiler sürekli değişimler gösteriyor ve neredeyse tüm belirtileri göstererek büyük bir başarıya imza atmaktayım. Son başarım ise dişetimde meydana geldiğini birkaç sabahtır farkettiğim kanamalar:)kılcal damarlarda meydana gelen genişlemelerden kaynaklanan doğal bir şey imiş bu da.

Hatırlamak istemesem de geride bırakmanın rahatlığı ile bir de bir gecelik hastane konaklamamız olduğundan bahsedeyim. Testlerin sonucunda ciddi bir tersliğin olmaması sebebiyle ve benim ısrarlarımla iki serum ve bir iğne ardından taburcu olduk hastaneden. Neyse ki geçti. Taburcu olduktan sonra hepimizin aklından geçen ve dilinden dökülen de bir daha hastaneye doğum için gitme temennimiz oldu. İnşallah öyle de olur.

Neyse yine aklıma gelen, yazacak birşeyler varmış; şimdi randevumuza gidelim de bakalım sonucu hakkında da mustava bey ile birlikte birşeyler yazarız belki. Şimdilik bu kadar...

Biz, büyüyoruz...

21.04.2009
Aylık kontrol günümüz yaklaşıyor sonunda, mustafa için de uygun günü tespit ettikten sonra yarın arayacağım doktorumuzu. Yine oldukça heyecanlıyım, umarım bir terslik yoktur. Her seferinde bir terslik olabilecek hissiyatındayım aslında, sebepsiz ve hatta oldukça gereksiz bir his bu ama elden bir şey gelmiyor işte, huy:)

Bu ay geçmek bilmedi bir türlü. Ya cinsiyetini öğrenme ihtimalimizden ötürü ya da artık bebeğimiz olacağının fiziksel olarak tam anlamıyla belli, görünür olmasından.

Mustafa bey blogu açtığından beri buraya bir şeyler yazma niyetim vardı ama bir türlü beceremedim ya da elim ermedi. Hamileliğimin başından beri normal zamandan farklı olarak hissettiklerime ve hamileliğin bendeki belirtilerine dair kısa kısa bir şeyler yazayım daha da unutmadan üzerinden daha çk zaman geçmeden.
Baş dönmelerim ve bir miktar(!) sendelemelerim oluyordu henüz 2+1 olacağımızı öğrenmeden önce, hatta tayfayla Onur'lara kahvaltıya gittiğimiz gün elimdeki tepsiyi devirerek herkese ilan etmişim bu durumu daha öğrenmeden. Sonra bana uzun geleceğini başladığında bilmediğim bulantılar başladı, aa gerçekten de baş dönmesi-mide bulantısı harbiden oluyormuş diyordum başlarda bulantının bu kadar süreceğini bilmeden sempatik bularak. Neyse hatırlayıp sinirlendirmeyeyim kendimi, şimdilik oldukça az, bu bana yeter. Bir de elbette baş ağrısı var, tam olarak ne zaman sıklaştığını hatırlamıyorum ama zaten migrenli birisi olmamdan kaynaklı sanırım bu. Uykudan uyandığımda başlamış olduğunu gördüğüm en iyi ihtimalle o günün akşamına sona eren, hatta ne yazık ki ertesi günün gecesine kadar da sürebilen baş ağrıları. Bunlar için geride kaldı diyemeyeceğim ama son günlerde pek şiddetli değil en azından. Başka, başka??? Son olarak da mide yanmaları/ekşimeleri başladı; hamileliğin sonuna kadar da sürer diyorlar bunun için. Neyse çekeceğiz artık başka çare yok nasılsa. Anlık değişen hislerim azaldı artık, yani kastettiğim gördüğüm her şeyden çok çok yeme isteğim kalmadı ya da çok sevdiğim bir yemeği tam yemeğe hazırlanırken aniden tiksinme duygum hortlamıyor ya da özellikle sabah bulantılarım yok artık. Anlık değişen hislerim deyince yanlış anlaşılmasın aniden sinirlenmem, aniden ağlayabilmem ya da hemen peşinden kahkaha atabilmemde bir değişim yok. Artık bebeğimiz büyüyor o nedenle doğal olarak kilo alıyorum, kendimi durduramadığım için değil. Karnım iyice belli olmaya başladı, artık hamile kalmadan önce giydiğim birkaç istisna hariç hiçbir kıyafetime giremiyorum:) Et, balık, meyve yemeye, süt içmeye özen gösteriyorum. Yediklerim için hayatımda ilk kez besleyici ya da faydalı diye düşünerek yiyorum. Kendimden beklemediğim bir sabır ve gayretteyim.
Yazdıklarımın hiçbirisi şikayet niyetli değil, aslen ben gayet memnunum halimden. Ulaşacağım (İnşallah) sonucu düşünmek rahatlatıyor. Elbette bu konuda da Mustafa bey ile birlikte olmanın ayrıcalığı sayesinde... Her zaman desteğim, umudum oluyor bana. O benim hislerimi anlar, bunları yazamadığımı da.
Özetle mutluyum umutluyum halim(iz)den. Heyecanla bekliyorum randevuyu, bakalım bu sefer ne kadar olmuş +1 efendi. Hanım mıymış yoksa bey mi? Bir daha kelimeleri toparlayabildiğim zamana kadar bu kadar...

Uzun Ara...

Son yazıyı gireli neredeyese bir ay olacak. Neler oldu bu süre zarfında? Özetle aktaracağım, ama şimdi değil.

Tıpta ilerlemeler, doktorların kalitesi, mucizevi icat internet... Tüm bunlar hamileliği bir noktaya kadar kolaylaştıran unsurlar. Yalnız bu işi ilk defa yaşayan biz hala el yordamıyla ilerliyoruz. Bize özgü değil elbet, önceki hayatından farklı bir süreci yaşayan herkes için bu böyle ve ömrün sonuna kadar böyle gidecek gibi görünüyor. Özellikle benim kimi zaman "aşırı" tedirginliğim, Nazife tarafından dizginleniyor.

İki çocuk düşünen bir çift olarak ilk çocuğun sürekli deneme yanılma ile büyütüleceğini söylemek pek zor olmasa gerek. Kaldı ki bu tespiti yaparken her ikimiz de büyük çocuk olmanın zorluklarını bilerek konuşuyoruz.

Bebeğin cinsiyeti konusu sürekli gündemde. Yalnız bunu biz gündeme getirmiyoruz, daha çok arkadaşlar, aileler... Biz biraz konuştuk ve boyumuzun ölçüsünü aldık, bu tehlikeli sulara girmeye niyetimiz yok. Neden böyle söylediğimi daha sonra anlatacağım.

Yine de merak edenler için henüz cinsiyetinin tespit edilemediğini söyleyeyim. Belli olduğunda buradan tüm dünyayla paylaşacağım.

Bir de 27 marttaki doktor randevumuzda Fasulye'nin baş-popo boyunun 7 santimetre olduğunu gördük. Ense pilisi kalınlığı normal boyutlarda, ikili test sonuçları olumsuz bir veri içermiyor.

Eller, kollar, ayaklar hiç durmuyor, annesinin yatay olduğu anlarda daha da hareketleniyor. Elini ağzına götürdüğü anda doktorumuz bir fotosunu aldı.

Önümüzdeki günlerde bir sağlık ocağı ziyareti var, ay sonuna doğru da dokturumuzu ziyaret edeceğiz.

Şimdilik bu kadar diyelim...

Nazife Sağlık Ocağında...

Doktor ile rutin kontrollerimizin haricinde Nazife sağlık ocağına da gidiyor. Ana çocuk sağlığı merkezi işlevi de gören bir sağlık ocağıdır burası. Gebelik tespiti bu merkezde yapıldı. Hemen Nazife hanıma bir kart açtılar, belirli günler için randevu belirlediler.

Nazife bu randevuları da takip ediyor. Sağlık ocağının eve çok yakın olması bir avantaj. İçimizde çok büyük bir heyecan ve merak olduğu için ultrason fırsatlarını iple çekiyoruz.

Bugün de sağlık ocağı günü.

Fasulye bugün ultrason cihazına profilden poz vermek istemiş. "Tam da fasulye gibi yatıyor" dedi Nazife. Kollarını bacaklarını sallıyormuş, net bir şekilde görünüyormuş yaptıkları. Nazife henüz bu hareketleri hissedemiyor. Yeteri kadar büyüyünce, tekmeler attıkça, kafasının yumrusu göbeğinin üstüne çıktıkça belli ki ikisi arasındaki bağ daha da kuvvetlenecek. Aslında bu açıdan Nazife, tam anlamıyla olmasa da, şu an benim gibi olayın dışarısında. İkimizin farkları ise Nazife'nin bir hafta süren baş ağrısı, sabahları mide bulantısı, süregiden bel ağrısı ve bilimum fiziksel sıkıntıları ile şaşkınlık verici psikolojik dönüşümleri...

Bir düşündüm de, haksızlık etmeyeyim. Çok da dışında sayılmaz. Bu işin ciddi bir eziyeti var ve ben bu eziyeti dindirmeye ancak doğumdan sonra yardımcı olabileceğim sanırım. Yine de şu an elimden geleni yapıyorum diyebilirim.

Bu arada dikkat ettim de, fasulyenin ebatı hakkında en son 12 milimetreden bahsetmişim. Halbuki 25 şubattaki muayenede bizimki 23 milimetreyi bulmuştu. Şimdi psikolojik eşik olan 5 santimetreye dayandı: 4,6 cm. Belli ki her şey yolunda giderse 24 marttaki randevumuzda 5 santimi geçmiş olacak.

Boylu poslu bizim fasulye, Maşallah...

Fasulye'ye, Amcasından...

Amcası Kemal'den yeğenine ilk sözler... Sağolasın kardeşim...

Son karedekini tanıdınız mı? Tanıyacaksınız...


Fasulye from mustafa ucar on Vimeo.

Babalık Halleri - 1

"Baba" olma durumu ile karşı karşıyayım.

Henüz çok yeni.

Bu durumun hiç istemediğim bir biçimde sona erme ihtimalinin bulunması canımı çok sıkıyor, korkutuyor beni. Ama şimdi bunları düşünmek istemiyorum. Klasik kötü senaryolardan bahsediyorum, fazlası değil.

İşlerin yolunda gideceği ümidi ile başka şeylerden bahsedeceğim.

"Baba" olma durumunu yaşıyorum. Bu durum sevindiriyor beni. Nazife ile beraberce istediğimiz, karar verdiğimiz bir süreci yaşıyoruz. Nazife için hamilelik her ne kadar yeni bir durum olsa da, doğa ona gerekli olan ilhamı veriyor. O, içinde büyüyen canlıyı doğal bir hisle seviyor. Ona bağlanıyor, onu koruyor. Benim içinse durum biraz karışık. En nihayetinde ben bu ilişkide "dışarıda" olan tarafım. Dışarıda olmak, sevmemek-sevinmemek demek değil elbette ama organik görevini çok önceden yerine getirip kenara çekilmiş olmakla ilgili biraz da.

Aslında daha çok başındayız ve hala şaşkınız. Nazife hamileliğin ilk dönemlerine has fiziksel sıkıntıları yaşıyor. Belki bu sıkıntılar sayesinde süreci daha yoğun yaşıyor. Şaşkınlığı benimkinden daha çabuk geçecektir.

Benim şaşkınlığımın geçmesine daha çok var.

----

Bu arada, bir sonraki doktor randevumuz 24 martta. Not düşmekte fayda var.

Eller... Kollar... Ayaklar...

Evet! 25 şubattaki randevumuzda görmeyi umduğumuz şeyleri gördük. Belirgin bir baş, dirseklerden bükülü kollar, alt tarafta belirginleşmiş bacaklar.

Doktorumuz önceki randevuda bizim "fasulye" için "bebek" kelimesini kullamamıştı. Bilerek böyle yapmıştı. Ama artık ona bebek diyebilirmişiz. Muayene bittikten, odadan çıktıktan sonra dönüp tekrar sordum doktora. Güldü, "kollar, bacaklar... tamam işte, bebek" dedi. Ben de güldüm. Sonra heyecanıma güldüm. Şaşkınlığıma güldüm.

Nazife'ye güldüm.

Tunalı Hilmi caddesine güldüm.


Baktığım her yer güldü bana...

Öne Alma: 25 Şubat

Randevumuzu öne aldık. Yarın - 25 Şubat - saat 14:00'de muayenede olacağız. Nazife'yi yalnız bırakmak istemedim. Sabah işyerime geleceğim, öğlen çıkacağım ve Nazo ile buluşacağım.

Güzel şeyler görmek istiyorum.

Eğer güzel şeyler görürsem bu blog halka açılacak, görmezsem bir daha yazmayacağım - belki.

12 Milimetre, Nabız : Normal

Doktorumuzla 26 şubattaki randevumuzdan önce, bugün sağlık ocağına giden "meraklı" Nazife hanım ultrasondan sonra diyetisyenin odasına geçer. Bunu fırsat bilen annesi dayanamaz ve hemen damadını arar; ufaklığın boyu 12 milimetreye ulaşmıştır, kalbi de atmaya devam etmektedir.

Israrla, nereye varacağını bilmeden atıp duruyor kalbi. Şimdilik çok uzakta bir varlık benden. Seviniyorum elbette ama henüz her şey çok taze. Bir şeye sahip olmaktan farklı bir hissiyat, bir insana sahip olmak. İşte mesele de burada, henüz bir insancık değil, hala hücreler bütünü. Biraz daha zaman tanımalıyım kendime.

"Çirkin çirkin yatıyor işte" dedi Nazife, çok güzel bir şey olduğunu bile bile. Ben de "sadece yatmıyor, çabalıyor" dedim. Bir inatlaşma şu hayat dedikleri, resmen inatlaşarak doğuyoruz, inatlaşarak doğuruyoruz. Mücadele ediyor şimdi 12 milimlik hücre. Şimdilik biz ona fasulye diyelim. Hem ebat olarak hem de daha fasulyeden sayıldığı için mesela. Büyüsün biraz, sonra bakarız gidişata göre.





12 milimetre... 1 santimetreden daha uzun demek oluyor bu...

Evet, Orada Bir Şeyler Var...

Doktorumuzla pazar saat 13:00'teki randevumuza tam zamanında gittik. Tam zamanında bir yere yetiştiğimiz de vaki değil bu arada. Kah erken, kah geç kalıyoruz ama nedense bu sefer bir dakika şaşmadı orada oluşumuz.

Önce Nazife girdi doktorun yanına, konuştular biraz. İçeriye geliyordu sesleri, kulak kabartsam duyacağım. Ama yapmadım, hem mahremiyete inanırım; karım bile olsa, hem de tedirgindim can sıkıcı bir şey duyma ihtimalinden dolayı. Eninde sonunda duyacaktım elbet, ama biraz daha kaçış, biraz geciktirme olacakları.

Doktor ve Nazife ultrason odasına geçtiler, duydum bunu.

Sonra beni de çağırdılar odaya.

Geldiğimde siyah-beyaz kırçıllı ekranda tam siyah bir bölge -kese- ve bu bölgenin içinde minicik bir kırçıllı bölge daha...

Bu mu bebeğimiz? Buymuş. "Kalp sesi duyabilecek miyiz" diye hayıflanırken az önce, şimdi kesenin içindeki minicik şeyin hızlıca büzülüp düzeldiğini görüyorum. İşte kalbi atıyor, canlı bir hücreler bütünü. Doktora göre altı hafta üç günlük.

Az önceki, önceki günlerdeki sıkıntılarım uçuyor. Artık yaşadığını biliyorum. Ama ona henüz "bebek" diyemiyorum. Doktorumuz ile 26 şubata randevulaşıyoruz. Bir dahaki gelişimizde iki kol, iki bacak ve bir kafa görmeyi umuyormuşuz. Eğer görürsek, düşük riski iyiden iyiye azalmış olacakmış.

Düşük! Korkunç gibi görünüyor. Ama göründüğü kadar korkunç değil aslında. Vücudun hatalı olanı eleme yönteminin bir parçası - sonucu. Yeter ki biz, bize düşeni yapalım.

Umarım her şey yolunda gider. Bir sonraki noktamız 26 şubat perşembe. Nazife'yle şimdi aklımızda o gün var ve sonrası karanlık. Diğer günleri aydınlatacak bir gün olmasını diliyoruz Allah'tan.

İlk Haber... Başlıyor muyuz?

2 şubat akşamı, saat 19'u biraz geçe, bir adamın hayatında duyabileceği belki de en güzel cümle. "Oldu, başardık" ve kadının gözlerinde bir kaç damla yaş ile gösterdiği aletin içindeki küçük çizgiler.

Şimdi başlıyoruz işte.

Salı günü ultrason, çarşamba günü kan testi. Evet ! Bir şeyler var orada, kime sorsak "tamam işte" diyor, "hamile".

Şimdi pazar gününü bekliyoruz. Duyduklarımızdan dolayı kalp atışlarına odaklandık. Doktorumuzla randevumuz saat 13:00'de. Ancak ondan duymamız bizi daha da rahatlatabilir. Bir de bize dinletmesini beklediğimiz sesler...